Sait Alioğlu Analiz Etti...
-Var olan tehlikeye binaen ordu ve Diyanet açısından yeniden yapılanma-
Üzerinde bulunduğu ideolojisi gereği bir siyasi parti olarak, önce kendi asıl kitlesi ile toplumu ve devleti bir değişim ve dönüşüme adapte etmesinden hareketle ve yine ‘kendi geleceğini teminat altına alması açısından’ AK Parti’nin, iktidarı sürecinde atlattığı birçok badire ile birlikte, tüm bileşenleri ile birlikte ‘şimdilik kaydı ile’ atlatmış bulunduğu FETÖ belası sonrasında ‘ne yaptığı’ ile birlikte ne ve neler yapacağını gayet iyi bilmesi icap ederdi…
Tabir yerinde ise, ‘sütten dili yananın, yoğurdu üfleyerek içmesi’ misali, hemen her konuda, kurumlara yapılacak olan atamalarda hem liyakat ve hem de devletin bekası ve toplumun felahı için ‘gerekli olduğundan’ ötürü önce liyakat, daha sonra ise sadakat esasının baz alınması gerekmekteydi.. Ki, bu sadakat AK Parti’den ziyade bizzat devlete ve oradan da topluma karşı bir seyir çizgisi takip etmeliydi…
Ordunun yeniden yapılanma mevzuuna bir giriş…
Yukarıda zikrettiğimiz iki mevzuya bağlı olarak yaklaşık yüz yıldır, teknik açıdan modernleşme çalışmaları bağlamında ordu bünyesinde bulunan bazı birimlerin-okul, akademi ve hastane vb.- birçok istifhamı ve izale etme ve bu kurumların kullanılması sonucunda yüz yüze kaldığımız, kalabileceğimiz tehlikeli durumları en aza indirme açısından, terfi ve tayin işlerinin silahlı bir istismarı ve istismarın yol açabileceği tehlikeli durumları bertaraf etme adına sivil otoriteye verilmesi gelecek açısından bir hayli önem arz etmektedir.
Bu, bugünden bakıldığında belki bir anlam ifade etmeyebilir, ama bu konuda atama yetkisinin sivile devri ya da askerin uhdesinde kalması konusu ileride, ‘neyin ne için yapıldığını, ya da –Allah muhafaza- neyin ne için yapılamadığı mevzuu önem kazanacaktır.
Ordunun Ak Parti’ye rağmen ‘farklı şekillerde’ siyasallaşması mes’elesi…
En başta, bu durumun orduyu politize etmeyeceğini söyleyebilirdik. Aslında ordunun eski hali, ta İTC ve Kemalist oligarşi döneminde almış olduğu şekil ve muhteva açısından, onun politize olmasına zemin hazırlıyordu. Orduyu komuta kademesi olarak MSB’ye bağlamak, şimdilik AK Parti ve diğer dönemlerde de muhafazakâr, ya da İslamcı bir iktidar trendine uygun olarak AK Parti benzeri parti ve partilerin, alınan bu kararları uygulamaları ve sürdürmeleri halinde, hareket kabiliyeti yüksek profesyonel bir ordu ile birlikte, çeşitli birimleriyle polisi, teknik ekipman ve kalifiye elemanla güçlendirmek daha akıllıca ve reel olacaktır.
Adı geçen bu zeminin olumsuz anlamda oluşmaması için iyi ve yararlı bir etüd çalışması yapmak ve bu konuyu, her türlü yanlış anlayıştan sakındırma adına bir teamül oluşturmak gerekir.
Her şey her zaman istenildiği gibi olmayabilir. Ama ülkenin geleceği ve toplumun huzuru için, şartları değişiklik arzetmiş olsa da yeni bir dil, yeni söylem, yepyeni, ama geçmiş ve geleceği kuşatacağı, şimdiden öngörülebilecek bir paradigmal hareketle, Yeniçeri ocağının kaldırılmasında önemli bir yeri bulunan zecri (kökten), yani radikal kararlara yakın bir yaklaşımla orduyu şimdiden bir hale, yola sokmak gerekir Ki, sonuçta bu ordunun da hayrına olacaktır Direnç gösteren birimlerin içeriğinin değiştirilmesi ve şahısların da etkisiz kılması için cesaret, azim, kararlılık göstermek gerekir.
Kumpas mağduru askerin ‘yeniden’ göreve çağrılması mevzuu…
28 Şubat darbesi sonrasında oluşturulan AK Partili iktidara karşı, ordu içerisinde mutlaka birçok mahfilin itirazı olmuş olabilirdi. Ki, o süreçte çoğu FETÖ’’nün marifetiyle düzmece kabilinden oluşturulmuş bulunan Balyoz ve askeri casusluk iddiasından ötürü bir iki dava vuku bulmuştu.. Bu davalarda suçlanan birçok kişi, yine FETÖ’nün savcıları tarafından haksız ve hukuksuz cezalara çarptırılmışlardı. Bu insanların önemli bir kısmını Kemalist olarak saysak bile, bu insanlar bu ülkenin has evlatları ve mevcut ordunun da ‘’mensupları idiler.
FETÖ’ün ihaneti sonucu, tutuklanan ve yargılanmaları sonucunda hüküm giyecekleri şimdiden belli olanların yerine, çeşitli gerekçelerle ordudan atılanların tekrardan göreve çağrılmaları isabetle alınmış bir karar hükmündedir.
Gelinen süreçte ‘geçmiş uygulamaların aksine, dindar insanların değil, dindarlık kisvesi altında orduya sızmış bulunan CİA ajanlarından boşalan yerlere kaldı ki Kemalist de olsalar, ‘vatansever’ insanlarla birlikte, hem vatansever ve hem de muhafazakâr/İslamcı düşünceye sahip insanların talipli olması, modernleşmenin, millileşmenin ve yeniden yerlileşmenin sosyolojik ve siyasal bir izahı olacaktı…
Birde bunlara bağlı olarak dille getirmeye çalıştığımız mevzu, bir açıdan ‘zihniyetler arası bir rekabet veya anlaşma/paylaşma/ön alma’ şeklinde okunabilirdi. Aslında bu, ‘iktidar açısından ‘işi rayına koymaya yönelik bir atraksiyon ve görevlendirmede, ideolojik farklılığa bakılmaksızın yerli, tutarlı, dürüst ve adaletli olunması kabilinden ‘vatan evlatlarına’ görev verilmesi gerektiği şeklinde değerlendirilebileceği gibi, zaman içerisinde ortaya çıkacağını umduğumuz’ hükümetin bağımsız iradesinin de bir yansıması olabilirdi. Gerçi bu durumda da, yukarıda zikrettiğimiz kriterlerin dikkate alınması gerekirdi…
FETÖ ve ya da Milli Güvenlik Siyaset Belgesinde (MSGB) yer alan ‘Ulusal güvenliği tehdit eden legal görünümlü illegal yapı’ tanımlaması…
Kamuoyunca ‘kırmızı kitap’ olarak da bilinen ve kısa adı MSGB olan Milli Güvenlik Siyaset Belgesinden hareketle, konuya bütünlük içerisinde bakıldığında, İslami oluşumların -eğer doğru ise- tasfiye edilmeleri düşüncesi, bu oluşumların hangi amaçlar uğruna vücuda geldikleri, eğer temelinde bir iktidar talebi yoksa ve buna rağmen, tüm icraatları FETÖ’ün şahsında belirginleştiği üzere salt iktidar olgusu üzerine kurulu ise, böyle bir şekle nasıl evrildiği mevzuu önemli bir soru ve sorun olarak) tez elden cevaplanmayı icap ettirmekteydi...
Maksat toplumun ıslahı ile birlikte ‘iyiliği emir ve kötülükten men’ değildiyse eğer, bu hareket meşru yolların kullanılması sonucunda yasal siyaset zemininde var olabilecek bir harekete itibar etmeyen, gizli amacı olan bir hareket olarak değerlendirilirdi. Ki, bun yapının siyasetinden de hayır gelmezdi. Bunu 17 Aralık sonrasında malum yapı üzerinden okumaktaydık zaten.
Birde, tasfiye edilebileceği düşünülen –gerçekten öyle bir şey var mı- yapıların, Kemalist refleksleri ve aslında devleti de bir tarafa koyduğumuzda, toplumun maddi açıdan huzuru, refahı ile birlikte, başta inanç alanı olmak üzere dinin sahih ve Kur’an’a uygun bir şekilde anlaşılması önünde, öteden beri var olan ‘kadim’ olumsuzluklarına bakıldığında, kendini ıslahçı olarak tanımlaya gelen ve hemen her şeyi meşru ve yasal çerçevede yapmayı ahlaki ve gerekli gören İslamcı yapıların istisna kıldığımızda, sair yapıların milletin irfanı sonucunda doğal bir tasfiye sürecine girebileceğini ilerisi için öngörebiliriz.
Öyle ki, bu yapılar ümmetin parçalandığı ve insanların uluslaştığı 20. Yüzyıl mantalitesi içerisinde vücut bulduklarından dolayı zaman, zemin dil ve söylem kayması yaşamakta olup en başta anlayışları gereği tabiri caizse ‘kendilerine Müslüman’ olduklarından ve dolayısıyla da ümmetin ve toplumun insicamına uymamaktaydılar. O zaman bu tür yapıların kendi miatlarını tamamladıkları için devlet tarafından değil, bizzat millet tarafından tasfiye edilebilirlerdi…
FETÖ sonrası Diyanet'e biçilen ve biçilecek olan rolün mahiyeti…
Dünya yüzünde ilk devletlerin ortaya çıktığı günden buyana, insanlar için en önemli ve belki de biricik aidiyet olgusunun dinin bizzat kendisi olduğuna şahit olduğumuzda, devletlerinde kendilerini dine göre tanzim ettikleri görülecektir.
Bundan maada, bir meşruiyet kaynağı olan dinin devletle olan ilişkisine bakıldığında, günümüzdeki anlayışların aksine, ortada hiç de yanlış bir şeyin olmadığını görebilirdik. Yanlışlar sadece, dini, kendi asliyetinden soyutlama çabalarında ortaya çıkardı. Buradan hareketle Osmanlı döneminde var olan Şeyhulislamlık makamı ne ise, el’an var olan Diyanet teşkilatı da hem devlet açısından ve hem de, dini düzenleme ile hayatını sürdürmesi gereken toplum açısından da aynı şeydi…
Önceleri Diyanet’e biçilen rol ile şimdi biçildiği iddia edilen rol arasında sadece bir mahiyet farkı var. O da, modernleşmenin de olumlu bir çizgiye çekilmesi sonucunda, din devlet barışının sağlanacağı gerçeği bu kurum aracılığıyla ve hiçbir istifhama yol açmadan halkın din işlerini hal yoluna koyulması olacaktır. Bunu, bir tekel olarak okumak da vakıayı doğru okumamak anlamına gelebilirdi. Ki, devlet toplum içindi ise, bu konuda da toplumun asli bir ihtiyacının hamisinin devletin bizzat kendisinin olacağıydı…
STK’lkar mevzuuna gelince, ‘hayali, cihana değer’ misali bir teselliden ibaret olacaktı ki, olsa id eğer. Bir defa devlet, toplumun tüm kesimleri tarafından, yüzlerin ona dönük olduğu bir yerdi. STK’lar, ya da diğer bir adlandırmayla cemaatler ise, kendi meşruiyetini ise, ancak kendi çevresinden alabilirdi.İş böyle olunca, meseleye, herhangi sivil bir yapıyı oluşturan ideoloji ve paradigma açısından bakıldığında, o yapının din adına ‘neyi’ nasıl elde ettiği ve devşirdiği mevzuu subjektif olup teşmil edilemezdi.
Bir de, devlete bu konuda çok ciddi bir görev yüklemeden, Diyanet’in halk açısından kurumsal bir ictihad makamı olarak da değerlendirilebilirdi.
Aslında, yeterli olmasa da teşkilatın yaptığı şey oydu…
Bu böyle olunca, büyük çoğunluğu gelenekçi damardan gelen cemaatler/tarikatlar Diyanet teşkilatı olmadan, kendi başlarına özgün bir iş yapamazlardı. Gelenekçi yapılar dışında kalan kişiler ise, bu teşkilatın, toplumun din açısından ıslahı bağlamında önemine işaret eder ve yerinde kalmasını düşünürdü. Ama, yöneltilmesi gereken eleştirilerini de esirgemeden…
Olası bir FETÖ ile mücadele stratejisi
Türkiye’nin ellili yıllarda NATO’ya dâhil olması ile birlikte, bu bir açıdan da onun dümen suyuna girmesi anlamına geliyordu ve bir açıdan da bir taahhüt hükmündeydi. Bu meyanda, soğuk savaş döneminde Sovyetler üzerinden var olduğu iddia edilen komünizm tehlikesine(!) karşı, yine Batıyı koruma ve kollama adına Türkiye misali NATO üyesi hemen her ülkede içerisinde birçok enteresan insanların bulunduğu Özel Harp Dairesi benzeri paramiliter yapılar peydah edilmişti.
İşte FETÖ ve özellikle de F. Gülen bu anlayışın ürünü olarak karşımızda bulunmaktaydı. Bu yapıya eleman devşirme işinin de çok mu çok ustalıklı yol ve yöntemlerin kullandığı artık su götürmez bir gerçek olarak, hafızalarımızdaki yerini korumaktadır.
Böylesi beceri, ustalık, gizlilik ve bir açıdan da hem direkt İslam’a, onun yüce değerlerine ve toplumsal yapıya rağmen, adeta liderin –FETÖ'’nün- yanılmazlığı konusunda efsunlanmış olduğu görülen insan benzeri varlıkları uyarmak ve uyandırmak bir hayli zor olacaktır.
Olmayacak bir iş değildir, ama uzun uğraşıları gerektirecektir. Birde, bu konu bir yandan âlimlerin, aydınların, kanaat önderlerinin, siyasi liderlerin, mahiyetine bakılmaksızın sivil yapıların, toplumun tüm kesimlerinin ve bir hizmet ve görev makamı olan devletin, hiçbir iltimas göstermeden, dostunu ve düşmanını dahi adalet içre bir değerlendirmeye tabi tutması söz konusu olacaktır.
Sonuç olarak, burada esas vazife devleti kutsamadan ve ona birçok mahiyet ve özellik hamletmeden, ama onu da işin dışında tutmadan İslamcı yapıların her kademesinde bulunan ıslah ehli Müslümanların omuzlarında olmalıydı. Ki, en azından FETÖ gibi paralel din sahibi yapıların, ya da ona namzet yapıların dinin anlaşılması açısından sergilediği, sergileyebileceği yanlışları, hataları, düşmanlıkları ve olası itikadi, kültürel, ideolojik ve paradigmal saldırıların ve salvoların boşa gitmesini sağlamak gibi asli ve ulvi bir görevleri bulunmaktaydı… Ya devlet başa, ya kuzgun leşe gerçeği bir hakikat olmakla birlikte, kurumların ıslahı ve yeniden yapılanmasının yanında toplumun ıslahı da, devlet aygıtından ziyade sivil ve sahih temelli İslami/İslamcı yapıları göreve çağırıyordu.
Kısacası, ne salt devletle birlikte ve ‘ne olursa olsun’ onunla iç içe ve ne de devleti dışlayarak yol alınmayacağı ve alınamayacağı gerçeği gözden, akıldan ve iz’andan ırak tutulmadan…
Önümüzde, tabiri caizse sırat misali uzun ve ince bir yol bulunmaktadır.