Dünya Bizim'den Nevrez Kartal yazdı.
Modern dünyada ulus inşasının en önemli manivelasını, tarih öğretisinin oluşturduğuna dair benim de iştirak ettiğim genel bir kanaat vardır. Bu öğretinin en büyük yansımasını hiç şüphesiz Batı toplumlarında hala diri olan öteki algısına bakarak da görebiliriz.
Cumhuriyet döneminde bizde de göreceğimiz veçhe, Batı dünyası dışındaki hemen tüm toplumların yeniden inşası sırasında bu türden sayısız örneğe rastlamak pekâlâ mümkündür. Bu durumu, sanayi çağı diye de bilinen son iki asır içinde yaşamamış her hangi bir toplum yok gibidir.
Bu kısa girizgâhın peşinden, tarihin olduğu kadar dinin de bu olgunun inşasında nasıl bir yolla kullanıldığına dair bir soru gelse, acaba buna ne türden bir cevap vermek gerekirdi. Sanırım bunun için öyle uzun boylu düşünmeye gerek yoktur. Sadece Haçlı Seferlerine baksak yeterlidir. O meşum gün, Clermont-Ferrand Katedralinin girişinde toplanmış on binlerce inançlı kitle önünde Piyer Lermit’in onları motive ederken kullandığı dile bakarak kolayca yanıtlayabiliriz. Daha o günden Batı kültürünü inşa ve tahkim eden bu teolojik diskurun heybesinden günümüze doğru taşarak gelen ve hemen birçok hadisede devamlı olarak kendisini açık eden argümanlar bu manada fazla düşünmemize fırsat tanımamaktadır.
Yalnız bu hali tarif derken, bu durum, batının kendi dünyasını bir karşıtlık üzerinden tahkim amacıyla kullandığı enstrümanın dışa vurumudur dense elbette yanlış olmaz. Ancak asıl üzerinde durulması gereken şeyin nasıl oluyor da, basit bir eşek üzerinde ayağa kalkan aba giymiş bir keşişin sözü, önünde saygıyla toplanmış hemen her kesimden insana bu denli etki ediyor ve onun sözleri hiç sorgulanmadan ilahi bir akışkanlık içinde mutlak doğru olarak kabul görüyor olmasıdır.
Hemen belirtelim ki değerlendirmesini yapacağımız kitap Hristiyan teolojisi açısından bu halin izahı peşinde değildir. Türkiye özelinde arızaları açıkça belli olan FETÖ etrafında şekillenen oluşuma can veren din dilinin neşet ettiği unsurları gösterdiği gibi vardığı boyutun cesametini de açığa çıkarma derdindedir.
Adnan Demircan’ın tanıtımını yapmakta Tarihin ve Dinin İstismarı kitabında, kendisini münhasıran “kıtmir” diye tesmiye eden ve gözlerinden yaş akmadan kürsüden indiği vaki olmamış bir vaizin izini sürmektedir. Okumuş, yazmış, gerek akademya ve gerek ordu içindeki kurmay zekâya haiz kesimleri de içine alır şekilde toplumda saygınlık kazanmış, belli bir birikim ve yetkinlik sahibi olmuş kimseleri, hangi metotlarla büyülediğini ve onları ne tür bir retorikle etkilediğini açıklama gayretindedir.
FETÖ kitaplar ve yazılar üzerinden tahlil ediliyor
Demircan’ın elimizdeki eserinin münderecatına baktığımızda, FETÖ gerçeğini bir anlamda ona kendi dilinden anlattırmaktadır. Fethullah Gülen’in kitaplara ve dergilere konu olan yazılarından, röportaj veya vaazlarından yaptığı alıntılarla yazar, onun dini ve tarihi sâikleri ne şekilde kullanarak ters yüz edebildiğini göstermektedir. İhtilaf bulunan kimi hususları birer nass halinde nasıl sunduğunu, herkesçe bilinen açık gerçekleri ne denli tahrif ettiğini, bağlılarının ikrarlarından ve bazılarının da söz ve yazılarına istinad ederek, çok daha derinlerde yatan ve hastalık diye niteleyeceğimiz bu halin bir anlamda haritasını da çıkarmaktadır. Musannifimiz bunları yaparken yer yer tarih okuma usulüne ait önemli tespit cümleleri kurmakta, böylece öğretici olduğu kadar iz’an ve idrakimizi etkin kullanmanın yollarını da göstermektedir.
Evvelemirde hemen herkesin basitçe bildiği şeyi yani, “tarihin sübjektif kanaatlere temel olabilecek özelliği, anlatanın tercihine bağlı olmak üzere tahrife müsait olması gibi etkenler, onu vazgeçilmez silahlardan biri haline” getirdiğini vurgulayarak, objektif bir tarih anlatısının imkânsızlığını bilmemiz isteniyor. Yazar bunda da hiç şüphesiz toplumda var olan ve derinlerden gelen, alışkanlıkların ve yerleşik kültürün her zaman daha çok taraftar bulmasına bağlıyor.
Sosyal ve siyasal tecrübeler de göstermiştir ki, istismarı en kolay yapılan şeylerden biri din olurken diğeri de tarih algısı olmuştur. Çünkü bunlar istihdamı iyi ve en masrafsız araçlardır. Haliyle kim ne söyleyecekse hemen hemen hep bu iki zemin üzerinden söylemiştir. Bu duruma “FETÖ” açısından hemen bir örnek vermek gerekirse birkaç yıldır sıkça dillendirdikleri şeylerin başında kel alaka diyeceğimiz, “Habeşistan’a hicret” gelmektedir.
Dini önderlerin yanında tarihi şahsiyetlerin anlaşılmasında ki temel zorlukların başında, İnsanların kendileri gibi yaşayan, zaafları ve eksikleri olan kişilere yeterli ilgiyi duymamaları gibi hemen her toplumda var olan kadim bir soruna işaret eden Adnan Demircan, bu halin sadece dindar çevrelerde olmadığı gibi seküler kesimde de bulunduğuna dikkat çekmektedir. (s. 28)
Bu anlayışın ise, bilhassa toplumdaki dayanışma ve yardımlaşma duygusunu harekete geçiren kurumların en başında gelen tasavvufi yapılarda temerküz ettiğini belirtiyor. Müdavimlerini (müridan) gassal önündeki meyyit mesabesinde bir itaate mecbur kılan öğretiyle, lidere taassup derecesinde bağlılığı vaz eden bu yapıların dilinden eksik olmayacak şey muhakkak hurafelerdir. Bu vasıtalarla zihinler bir kere tahkim edildi mi artık, istenilen vasata ulaşılmış demektir. Zira abartının olduğu yerde tahrifin dibine vurmak işten değildir ve böylesine uygun toprağı bulunca da haliyle bitmeyecek hiç bir şey yoktur.
Demircan hoca bu cendereye düşmüş olanların temel özelliklerini sayarken ilk sıraya “aidiyet duygusunu” koymakta buna hayatiyet kazandıran en önemli faktör olarak kaynaklara ulaşımın ve üzerinde çalışmanın takbih edilecek derecede engellenmesini koymaktadır. Hâlbuki yaşadığımız iletişim asrında dünyanın öbür ucunda yaşayan bir hadiseyi hemen öğrenebilir; hatta canlı yayın sayesinde bazı olayları birkaç saniye farkla izleyebiliriz. Yazar burada önemli bir saptama daha yaparak, “Allah’ın elçisi (a) ve arkadaşları, gerçek tarihi kişilikleri ile anlatılırsa daha iyi örnek olabileceklerdir. Onların olağanüstü varlıklar olarak anlatılmaları, ulaşılamaz, taklit edilemez olduklarına dair bir algı oluşturmaktadır” diyerek fiziki ve biyolojik hasletlerden kopartılan bir peygamber anlatısı insanların dimağlarının adeta büyülenmesi ve böylece oluşturulan kült kimselere meşruiyet alanı açılmasına sebebiyet verdiğini vurgulamış oluyor.
Lider kültü tüm kaynakların önüne geçiyor
Bu türden yapıların ortak vasıflarının en başında kendileri için dini kaynak olarak sadece cemaatin liderini veya kurucusunu kabul eden ve onun dışındaki âlimlere iltifat etmemek gelmektedir. Demircan, bunların en ayırt edici yanını; dünyaya sadece önderlerinin gözüyle bakmış olmayı asli vazife saymalarıdır, diyor. Zira otoritenin hata yapmış olabileceğinden hareketle sorgulanması, eleştirilmesi ya da görüşünün reddedilmesi düşünülemez. İnsanda var olan güven duyma ihtiyacının tezahürü olarak, kurtuluş ümidiyle bu kapılardan bir şekilde giren fertler için dipsiz kuyuya düştükleri yer tam da burasıdır. FETÖ ve taraftarlarının da aşılamaya çalıştıkları şeyin, “hocamız bizi hiç yanıltmadı” sözüdür. Oysa aşk mesabesindeki aşırı güven duygusu insana onulmaz hatalar yaptırtacağına göre, aynı zamanda insanın zaaflarını da örtecek iyi bir örtüdür. (s. 43)
FETÖ özelinde bunun nasıl bir savrulmaya duçar ettiğine en kesif örneklerden birisi de Ali Ünal’ın Zaman gazetesindeki köşesinde yayınlanmış bulunan 5 Ocak 2011 tarihli hayreti mucip yazısıdır ki, hoca da elimizdeki kitabın 45-50. sayfaları arasında mezkûr yazıyı derinlikli bir tahlile tabi tutmaktadır. Böylece nasıl bir tahrif ve çarpıtma ile karşı karşıya bulunulduğunu, örgüt liderini neredeyse zaten sorunlu olan vârislik payesi yetmediği gibi peygamberlikle bile eş değer konuma yükselttiklerini gayet güzelce izah etmektedir.
Kabul etmek gerekir ki dini anlamda hemen hiçbir müessese kötü niyetlerle oluşmuş değildir. Mamafih kâffesinin daha sonra bozulmaya ve bazı zararlara yol açmaya başladığını da unutmamak gerekir. Bu halin oluşumundaki amillerin en başta geleni ise cehalettir ve Demircan’a göre maalesef, “çoğu zaman bilinçli bir tercih değilmiş gibi görünmekteyse de aslında insanların çoğu bunu tercih ederler. Bilgi sorumluluk bilinci verir; cehalet ise rahatlık ve konfor sağlar. Zira cahil kişi, din konusunda başkasına güvenerek hayatını yaşamaya bakar.” Bu da haliyle kişiyi sorumluluktan kurtaracağı için kandırılmaya son derece müsait hale getirir.
Tam burada Demircan hoca önemli bir soruna daha parmak basıyor ve bu sahada aydınlatma görevinin en önemli ayağı olan Diyanet görevlilerinin durumunu da genelde pek parlak olmadığına işaret eder. Teşkilattaki görevlilerin önemli bir kısmının “tarih algısı ve birikimi sorunludur” saptamasında bulunan Demircan, elbette ki başarılı çalışmalar yapan görevlileri tenzih ederek, öğrenimini tamamladıktan sonra doğru dürüst bir kitabı inceleme gereği görmeden bir ömür sürenlerinin de hayli fazla olduğunu belirtir. Bu yetmediği gibi “adalet ilkesi gözetilmeden kuruma alınan cemaat mensuplarının merdiven altı bilgilerinin Diyanet’e bağlı camilerde insanlara nakledilmesine aracılık yaptıklarına zaman zaman şahit olunduğundan” da dert yanar. (s. 90)
Oysa daha az dini bilgiye sahip olanların daha kolay bir şekilde istismar edilebileceğini düşünmek tecrübi aklın da gereğidir. Bu manada muhataba objektif bilgiye ulaşma imkânını sağlamak gerekirken bu türden yapılarda ise kesinlikle istenilen bir şey değildir. Mukayeseli okumalar yapacak diyalektik akıl tavsiye edilmediği gibi bundan da azami derecede kaçınılmaya çalışılır. Öyle ki, geleneksel İslâm anlayışı çerçevesinde resme karşı olduklarını söyleyenler, bugün için her türlü medya imkânını kullanırlar ama bu ne tür perhizdir diye sormak bile o çatı altındakilerden hiç birinin aklına gelmez. Çünkü gelenek, çıkara uygunsa önemlidir, değilse onu unutmak, unutturmak veya kullanılmasını uygun bir zamana tehir etmek en doğrusudur.
Kişilik bölünmesi ve sapkınlık
Kitabın 57. sayfasında, Fethullah Gülen’in de duçar olduğu Paranoid Şizofreni hastalığının adını anan Adnan Demircan bu hastalığa duçar olanların, inandığı değerlere samimi bir şekilde aşırı yoğunlaşma içine düştükleri uyarısında bulunuyor. Bu türden kimselerde sapkın bazı eğilimlerin ortaya çıkması ise beklenen bir şeydir. Bunların, dünyaya özel insanlar olarak gönderildiklerine, özel olarak görevlendirildiklerine ve kendilerinin doğaüstü güçlere sahip olduklarına inandıklarının altını çiziyor.
Demircan, tarihe mezheplerin perspektifinden değil hakikatin penceresinden bakılmalıdır, diyor. Bu yapılmadığı sürece tarihçilerin yapacağı, mezheplerin görüşlerini kritik etmek ve bir mezhebin görüşünü onaylatmaktan ibaret olacaktır. Bunu yapanların yoğunlukla ehlisünnet kılıfını kullanmaktan pek haz duyduklarını söyleyen yazarımız, böylece söylediklerini başkalarına kabul ettirmek için güç elde ettiklerini anımsatıyor. Çünkü argümanları aynı zamanda akaidi bir zemine oturmuş olmaktadır, saptamasında bulunan müellifimiz, oysa dini kavramların bağlamından koparılarak istihdam ediliyor olmasının, dini alanda daha büyük tahribatlara yol açtığını hatırımıza getiriyor. Bir kere bu yola giren grupların çoğunun yaklaşımı ise, kendilerini hakikatin tek savunucusu olarak lanse etmeleri ve görüşlerine ortak kabul etmemeleri yönündedir.
İstismara kan veren amillerden birisi de rüya ve gaybî haber konusudur ki, bu da hocanın yine ayrıntılı olarak üzerinde durduğu bahislerden birisidir. 127. ile 156. sayfalar arasında çok yönlü irdelenen bu bahiste FETÖ yapılanmasında bağlıların nasıl bir operasyona tabi tutulduklarını ve bilinçaltlarının ne denli bombardıman altında kaldığı kimi örneklerle izah ediliyor. Uygun ambiyans içerisinde yüksek bir mütevazılıkla anlatılan gerek yakazalarda ve gerekse rüyaların hemen her birinde dini önderlerden Resulullah’a (sas) kadar herkesin adı bir şekilde hem de mucizevi biçimde konu olmaktadır. Onunla (a) görüşme şerefine nail olanların varlığını kabul eden birinin artık o kimseye asker olmasından daha doğal ne olabilir? Hele de yaşamaya devam eden ve hayatın içinde diri olan bir peygamber algısıyla teçhiz edilmişse! (s. 201)
Dolayısıyla kendi söylediklerinin de Elçi’nin (sas) sözü gibi telakki edilmesi gerektiğinin ima edildiğini yazan Demircan, insanlara müşehadetullah yetkinliği içinde konuşulduğu izlenimi bir kere verildi mi gerisinin artık kalaylandığını ima ediyor. Çünkü istenilen gayeye uygun meşruiyet zırhına tam anlamıyla sahip olunmuştur.
Böylece zihinleri kuşatılan dimağlara, birde “ihsan’ı ilahi olarak omuzunuza bir vazife yüklenmiş”. İnanmış insanlar olarak “her birimiz bütün bütün her şeyin şirazeden çıktığı bir dönemde, çok kıymetli bir vazife ile tavzif edilmiş bulunuyoruz” denildiği vakit, hançerelerden coşan hıçkırıklarla birlikte “Allah” narasının kopması işten değildir.
Yalnız burada bir nüansa değinen Demircan günümüzde FETÖ’nün eleştirilen görüşlerine yakın görüşlere sahip, aynı kaynaklardan beslenen başka grupların görüşlerini rahatlıkla ifade edebildikleri ve yaydıkları gerçeğinin de altını çiziyor ki, yalın bir hakikat olan bu durumun ciddiyetle ele alınması ve ilmi metotlar muvacehesinde üzerinde düşünülmesi gerekir.
Çünkü “bugün kritik ettiğimiz sonucun bir anda meydana gelmediğini, yılların ihmali ve hatalarının birikimi olduğunu, hatta sorunun çok daha eskilere gittiğini unutmamak gerekir.” (s. 91)
Temel gaye: Siyasete hükmetmek
Buraya kadar izahı verilen dinamiklerin sonuçlarını bir merkezde toparlayarak tüm bu çabaların toplandığı mihverin tuttuğu ışığa dikkatle baktığımızda, buradaki nihai hedefi de yakalamak pekâlâ mümkündür: Siyasete hükmetmek!
Esasen kurum olarak kendisinin bir araç olduğunu bildiğimiz siyaset, tam burada dini yedeğinde tutmayı arzu edebilir, tarih ise hocanın de belirttiği gibi zaten onun kaldıracıdır. Çünkü siyaset gücü yönetmeye taliptir ve onun için doğru olandan çok işlevsel olan önemlidir. Bu manada siyaset insanı birçok şeyin istismarını meşru görebilir. Böyle bir duruma karşı siyasetle din arasında keskin sınırlar koymak ve mecralarını ayırmak teorik olarak mümkün görünse bile, tarihi tecrübe daima aksini söyleyegeldiği için son dönemeçte kimin kimi etkileyeceği sorgulamaya bile gerek yoktur.
Oysa “Dinler yalanı en büyük ahlaksızlıklardan sayar” diyen Demircan hoca, ancak bazı insanların bağlı oldukları dini yaymak için yalanı bir yöntem olarak kullanmaktan çekinmediklerini de hatırlatıyor. Ne var ki, “ahlâki zaaf olarak yalanı kullanmanın mecburiyeti ile dinin ahlâka verdiği değer arasındaki çelişki de açıktır” diyerek takıyye olarak tavsif edilen bu gibi anlayışların Sünni gelenekte yeri olmadığı söylemi ise hocaya göre hedef şaşırtmaya matuf savunmalardandır. Zira hoca bu kanaatini de “Sünni gelenekte olmayan, bâtınîlik gibi birçok anlayışta rahat bir şekilde kullanılmaktadır” hükmü ile istidlal ediyor. Herhalde takıyye yapan bir kişinin takıyye yaptığını söylemesi beklenmez diyerek de bu bahsi bağlıyor. (s. 159)
Bu yapılırken kullanılan ifadeler ve seçilen sözcükler de oldukça ağdalı ve gizemli olmaktadır. Böylece de söylenen söz her zaman farklı şekillerde yorumlanabilecektir. Bu türden yapılar içerisinde ahir zaman kurtarıcısına olan inanç önemli akidelerden biri olduğu için Fetö de bundan yeterince istifade etmektedir; “Hz. Mesih ister şahıs, ister şahs-ı manevi olarak algılansın, onun yeryüzüne inmesi öncesinde bize düşen vazifeler vardır. Bu cümleden olarak, ortamın onun temsil ettiği ruh ve manaya hazır hale getirilmesi, Mehdiyet, Mesihiyet soluyan insanların” yetiştirilmesini ve yerli yerlerine oturtulmasını istemektedir.
Tam burada bu türden düşüncelerin neşvünema bulmasına menheç olan hadis tekniğine ilişkin de bir takım değerlendirmelerde bulunan hoca, hadislerin Hazreti Peygamber’in kendisi olmadığı gibi ciddi bir ilim konusu olduğunu, ayrıca hadislerden hüküm üretmenin bilgi ve birikim gerektirdiği ikazını yapıyor. Bununla beraber hadislerin anlaşılma usulüne dair herkesçe kabul görmüş kriterlerin de hala oluşamadığının altını çiziyor.
Mezhepler gibi siyasilerin kendi görüşlerini güçlendirecek, görüşler paralelinde şekillenmiş olan farklı tarih bakışları olabilir. Kuşkusuz tarihi araçsallaştıranların gelişmelere bütüncül bir gözle bakmaları da beklenemez diyen yazarımız, gerek tarihi hakikatleri gerek dini unsurları istismara götüren sebeplerinden bir diğerini de bazı insanların elde ettikleri konumu koruma iştiyakı ve daha iyi yerlere gelmelerinin sağlanmasının iyi bir aracı olduğuna dikkat çekiyor.
Öğrenilerden lbretlik anlatılar
Ekler bölümünde bilhassa FETÖ yapılanması içerisinde bir şekilde bulunmuş kimi öğrencilerin ibretlik anlatıları ile hocanın daha önce öğrenciler arasında yapmış olduğu siyer okuma kitaplarına ilişkin bir anketin vahim tablosu da bulunmaktadır.
Son olarak, mühim tespitlerle dolu bu kitabın birde öneriler kısmı var ki bunları der kenar ederek Adnan Demircan hoca, bir anlamda ben hastalığın röntgenini çektim diyeceğimi dedim deyip kenara çekilmiyor. Okuyucuya olduğu kadar kamu yöneticilerine de kolayca uygulanabilecek önemli kaziyelerde bulunuyor.
Tarihin derinliklerinde veya hastalıklı din anlatısının yok edici dişleri arasında kaybolmamak için her biri birer ışık derecesinde kılavuzluk yapacak bu önerilerin bir kaçına değinerek kitaba ilişkin söyleyeceklerimizi de tamamlamış olacağız.
Bunlardan en öne çıkanı, duygulara, ideolojiler ve çıkarlara esir edilmemiş bir tarih bilgisine vukûfiyettir. Tarih meşruiyetini bizatihi kendisinden almalıdır. Tarihçi geçmişe ilişkin bir tablo çizerken bir takım ön kabullerle yola çıkmamalıdır. O, her şeyden önce hakikati bulma gayreti içerisinde olmalıdır. Bir diğeri, tarihi hadiselerin tek doğrusu olamayacağı için yargılamak veya mahkûm etmek için değil, anlamak, anı ve geleceği aydınlatmak için okumak gerektiğidir.
Sorgulamayı önceleyen bir aklı her şart altında tavsiye edilmesi gerekir. Keza sağlam tarih ve din bilgisine sahip olmak için bilhassa dinin sağlam kaynaklardan öğrenilmesinin zarureti açıktır. Otoriteler tarafından ilk kaynaklara ulaşan bir okuma biçiminin teşviki elzemdir. Hemen herkesin, din algısının başkalarının zihin dünyasına emanet edilmemesinin tedbirlerinin alınmasında zaruret vardır. Zira fikri bir emanetçilik içindeki hayatın yaşanması suretiyle sorumluluğun ifa edilmesi mümkün değildir, diyerek günümüzde cerahati her yandan hissedilen açık bir yaranın üzerinden İslam dünyasını asırlardan beri uğraştıran derin bir hastalığın teşhis ve tedavisine ışık tutmaya çalışan mühim bir kitaba ilişkin sözlerimizin de sonuna gelmiş olduk.
Prof. Dr. Adnan Demircan, Tarihin ve Dinin İstismarı, İstanbul, 2018, Beyan Yayınları