Dücane Cündioğlu, İstanbu'un fethine yönelik yapılan kutlamaların mahiyetini analiz ediyor...
"İstanbul’un Fethi”ni ”kutlama” ve/veya ”etkinlik” adı altında bir festival ”tantana”sına, bir lunapark ”gürültü”süne, bir lümpen ”vâveylâ”sına dönüştüren politik dilin seviyesini gözden geçirmenin zamanı gelmedi mi hâlâ?
Kutlama diye diye çıkartılan bu gürültünün amacı ve faydası nedir?
Kut’lanan ve kut’sanan nedir?
Kut ve/veya kutsallık bu tantananın neresinde?
Güya sinsi sinsi faaliyet gösteren Bizans ekolüne (!) karşı bu toprakların harcındaki en güçlü unsuru, yani İslâm’ı/İslâmî değerleri mi vurgulamak istiyoruz?
Manevî değerlerle aramızı açmak isteyen kötücül güçlere mesaj vermek amacıyla, ele güne nisbet, dinimize, bu dinin bu millete bahşettiği cihad ve fetih ruhuna bağlılığımızı haykırdığımızı mı düşünüyoruz?
Halkımızın ve bilhassa gençlerimizin, üzerinde yaşadıkları topraklara aidiyet ve mensubiyet duygularının böylesi etkinlikler aracılığıyla güçlendirilmesi gerektiğine, zira en küçük bir gaflet hâlinde, ecdadımızdan tevarüs ettiğimiz bu mirasın ayaklarımızın altından kayıp gideceğine mi inanıyoruz?
Eğer hakikaten böyle isteniyor, düşünülüyor ve inanılıyorsa, ki en ciddi yorumlar bu düzeyden yukarıya çıkmıyor, bu istek, düşünce ve inanç en kısa zamanda tashih edilmeli, bu fıkaralık bu vesileyle ciddi ciddi gözden geçirilmelidir. Çünkü bizatihi bu gürültünün kendisi, o meftunu olduğumuz İslâm’ın nezahet, nezaket ve zarafetiyle hiç bağdaşmıyor. Üstelik müslüman irfanının kendini ifade etme (görünür kılma) tarzıyla da çatışıyor.
Gerçekte bu kutlamaların hiçbir dinî niteliği yok. Burası tartışılmayacak denli açık. Kültürel ve insanî bir mesaj ve kaygı taşımadığı da etkinlik biçiminden anlaşılıyor.
Kutlamaların konusu da, üslûb ve tarzı da, amaçları da siyasî niteliklidir. Bu da tabii. Çünkü fetih en nihayet siyasî ve askerî bir başarının adı. Hatta dinî çerçevesi ve ilhamı olan bir başarının markası.
İyi, güzel, hoş da niçin Feth’in sonuçları üzerinde durulmaz? Yani en son tahlilde “Fethettik de n’oldu?” sorusunun hakkı verilmez?
İstanbul’u ne hâldeyken aldığımızı, nasıl ve ne surette yaşattığımızı ve son yetmiş-seksen sene içinde şu canım beldeyi ne hâle getirdiğimizi niçin adam gibi müzakereye açmayız da bu şehri nasıl ve ne zaman fethettiğimizi davul zurnayla kutlamayı marifet sayarız?
Suçu üzerlerine attıklarımızdan farklı olan hangi tarafımız var?
* * *
Ben şahsen memleket insanının zihninde İstanbul algısının bu denli siyasallaşmasını, bu denli siyasî ve askerî renklere boyanmasını tasvib etmiyorum.
Bu aculluğun bir dünya baş-kentine yakışmadığına inanıyorum.
Gökkafes rezaletinin altında İstanbul’un siluetini bozan bu hilkat garibesini tel’in etmeden -hem de 2000’li yıllarda- İstanbul’un Fethinin davul-zurnayla kutlanmasına hakikaten bir mânâ veremiyorum.
Kaynağını herkesin bildiği bu üslub ve tarzın belki bir taktik değeri vardır, hiç değilse bir zamanlar vardı, ve fakat artık ittihatçılardan kalma ajitatif tekniklerden vazgeçilmeli. Böylesi ucuz taktiklerin ardında hiçbir stratejik derinlik izinin bulunmadığı görülmeli.
* * *
İslâm irfanı, sadece canlılara değil, taşa toprağa da hürmet etmeyi emreder. Oysa biz İstanbul’u diri diri betona gömdük. Hem de başaşağı.
Hâlimiz ortada, İstanbul’u bizden sonrakilere, bize bırakıldığı gibi bırakmıyoruz. İstanbul’a özgü bir irfanı ifade ve temsil etmeyi başaramadık, hakkıyla tecrübe bile etmedik.
Şehrin her tarafına bayraklar dikmeyi vatan sevgisinin, minare hoparlörlerini sonuna kadar açıp sokak ortasında Tanrı’ya kurban sunmayı din sevgisinin tezahürü gibi görüyoruz ama İslâm irfanının bize öğrettiği nezahet ve zerafetin ne denli uzağına düştüğümüzü farketmiyoruz bile.
* * *
Fetih, açmak demektir, bir şehri SON DİN’in irfanına açmak… şehri ve şehrin ahalisini o irfanın alâmeti olan adalet ve merhamet kanatlarıyla kucaklamak demektir. Sessizce ve tevazuyla… şamata yapmadan, tantana çıkarmadan, vaveylâya iltifat etmeden… sükûnetle, hürmetle, şefkat ve rikkatle…
”Mülk” kökünden türeyen ”memleket” sözcüğündeki sürekliliğin idrakiyle. Sürekliliğin, yani devam ve idame’nin, beka’nın değil…
* * *
İstenirse, istenildiği kadar örnek verebilirim. Lâkin sadece bir örnek vermekle yetineceğim. Doğup büyüdüğüm beldeden. Üsküdar’dan. Fethi, yani o Ulu Rüya’yı seyredenlerin şehrinden.
Sinan camileri içinde en şirini Üsküdar’dadır: Şemsi Paşa Camii. Nâm-ı diğer Kuşkonmaz Camii.
Benim camii’m.
Çevresi tam bir mezbelelik. İğrenç bir hâlde. O cânım cami ve kütüphanenin çevresini önce birkaç masa ve sandalye ile yavaş yavaş çevirdiler, en sonunda el koyup işgal ettiler. Öyle ki sonuna kadar açılmış hoparlörlerden yayılan arabesk gürültü hem boğazı, hem de o küçücük cami ve kütüphanenin duvarlarını sürekli kirletir de kirletir. Her görüşümde içim sızlar. Görmekten, tanık olmaktan bile utanırım.
Şimdi karşısındaki kocaman çayırlığa el atmışlar, hemen etrafını çevirmişler. Yakında oranın üzeri de -diğeri gibi- kapanır. Böylelikle Şemsi Paşa sahili iyiden iyiye gezilemez hâle gelir.
Nerede? Üsküdar’ın ortasında. İstanbul’un göbeğinde.
İstanbul’un fethini kutlayanlar arasında böyleleri de var. Kutlamasınlar da ne yapsınlar? Mübarek bir fetih, mülevves bir işgale dönüşmüş durumda.
Çaresizim, fetihten sonra hicret etmenin yasaklanmış olduğunu biliyorum.