Ruşen Çakır yazdı;
Merhaba, iyi günler. Bugünkü yayın biraz kişisel olacak; ama kişiselin ötesinde de, Türkiye’nin çok önemli bir meselesi, Fethullahçılık’la yüzleşmek ve mücadele etmek üzerine bir şeyler de söylemeye çalışıcağım. Mâlûm, çarşamba günü bir yayında, NBA yıldızı Enes Kanter’in nasıl Amerika Birleşik Devletleri’nin 54 senatörü tarafından imzalanan, Başkan Joe Biden’a yönelik mektupta adının geçtiğini ele aldım. Orada Enes Kanter’den bir “insan hakları savunucusu” olarak bahsediliyordu. Ve Türkiye’ye yönelik birçok eleştiriden biri de buydu. Ben de buradan hareketle, Enes Kanter’in adının 54 senatör tarafından böyle geçirilmesinin, onun bir başarısı, dolayısıyla Fethullahçıların bir başarısı ve Türk Hariciyesi’nin, aslında Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bir “başarısızlığı” olduğunu söylemeye çalıştım. Çünkü bir darbe girişimi var, devlet bunun Fethullahçılar tarafından yapıldığını iddia ediyor, elinde her türlü imkân var ve beş yıl boyunca Fetullah Gülen’in bu darbe girişimin arkasında olduğunu ve ona aktif destek verenlerin de bir şekilde bununla birlikte hareket ettiğini anlatamamış. Enes Kanter zaten biliniyor, Fethullah Gülen ile yakınlığını, bir tür “manevi oğlu” olarak tanımlıyor. Hatta soyadını Gülen olarak değiştirmeye de kalkmıştı.
Her ne ise, bu aslında bir Fethullahçılık eleştirisi değildi. Bu aslında AKP Hükümeti’nin özellikle kamu diplomasisinin birçok konuda olduğu gibi nasıl bir başarısızlık sergilediğinin eleştirisiydi. Ve bu eleştiri hiçbir şekilde o mektupta dile getirilen hak ihlâlleri uyarılarına yönelik bir karartma da değildi. Zaten herkes kimin hangi duruşta olduğunu biliyor. Fakat buna Fethullahçılar –dünya çapında, Türkiye’den de vardır ama– dünyanın dört bir yanında Fethullahçılar, bir şekilde atladılar bunun üzerine. Bunu yurtdışından yayın yapan bazı Fethullahçı internet sitelerinin, YouTube sitelerinin gündeme getirmesi de etkili oldu; ama anladığım kadarıyla Enes Kanter de sosyal medyada gündeme getirmiş. Anladığım kadarıyla diyorum çünkü, Enes Kanter’in hesabına Türkiye’den ulaşım engeli var. Dolayısıyla ne yazdığını anlamak için bayağı bir uğraşmak gerekiyor. Çok açıkça bahsettiğini biliyorum, ama nasıl bahsettiğini bilmiyorum.
Her ne ise, bu benim hayatımda yıllarca olan bir şey. Fethullahçılar, benim gazetecilik hayatımda birçok kez bana yönelik böyle birtakım şeyler yapmışlardır. Bu kötü bir şey değil, aslında tam anlamıyla iyi bir şey. Hani insanın utanacağı bir şey değil, Fethullahçılar’ın saldırısına uğramak, onların diline düşen birisi olmak, onların hakaretlerine ve küfürlerine muhatap olmak. Tabii ki sinir bozucu, ama bir yönüyle bakıldığı zaman da iyi bir şey. Küfür diyorum, hiç yalan söylemiyorum, gerçekten çok ciddi bir şekilde ve çok bayağı bir şekilde küfür edenler oldu. Bu da onların aslında, hani “Dinî bir hareket, ahlâk hareketi, sevgi hareketi, hoşgörü hareketi” falan olmadığını, neye hizmet ettiklerini gösteriyor — hepsi değil tabii ki, ama içlerinde çok ciddi sayıda böyle yapanlar vardı.
Şimdi, bu yayının başlığına gelecek olursam: “Kullanışlı aptal” arayışı. Bu “kullanışlı aptal” nereden çıkıyor ? Fethullahçılar’ın öteden beri izlediği bir stratejidir bu. Kendileri, netâmeli alanlarda, zor alanlarda birilerini kullanırlar. Bu birazcık mayın –birazcık değil, fazlasıyla– mayın tarlasına eşeklerin –ya da daha farklı hayvanların- sürülmesi gibi bir şeydir; onlar yol açar, onların patladığı yerden geçmezsiniz, vsç. Fethullahçılar bunu ben kendimi bildim bileli yapıyorlar. Özellikle de Türkiye’de su yüzüne çıktıkları 1980 sonrasından itibaren –mesela gazeteler çıkartıp, vakıf kurunca– yapmaya başladılar. Burada insanları bir şekilde onore ederek, iyi imkânlar sunarak, önlerini açarak, onlara beklediklerinden daha fazla anlam yükleyerek, çok sayıda insanı, konumu Fethullahçılar kullanmışlardır. Kimi zaman pazarlık ederek, kimi zaman gönül alarak, kimi zaman da kandırarak. Yani onları, mesela “dinler arası diyalog” diye kandırarak ya da “hoşgörü” diye, ya da “ılımlı İslam” diye kandırarak, ya da kimi durumlarda birtakım imkanlar sunarak insan kullanırlar. Bunların yıllar sonra, özellikle darbe sonrasında, kullanıldığını düşününen ya da kullanıldıkların farkına geç de olsa varan bazıları bu durumu itiraf ettiler. Ve “kullanışlı aptal” lâfı da oradan çıktı.
Hatırlanacaktır, bazı isimler, gazetelerde yazan çizen bazı isimler, kendilerinin Fethullahçılar tarafından “kullanılmış aptal” olduğunu kabul ettiler. Bu anlamda, Enes Kanter bu kapsama girmiyor, öncelikle onu söyleyeyim. Enes Kanter, şimdi bir fotoğraf var, o fotoğrafta da görülecek. Mesela, Enes Kanter, bir yanında Zekeriya Öz –tabii ki o şişman olan–, öteki yanında Celal Kara. Bunlar, Ergenekon dönemlerinin en meşhur savcıları. İkisi de firarî. Enes Kanter, o AKP-Fethullahçılık ittifakı günlerinde Türkiye’ye geldiğinde –bu fotoğrafın öyküsü de öyleymiş–, Çengelköy’deki bir diş hekimi ofisinin balkonunda çekilmiş. Hatta daha sonra bu fotoğrafın bulunduktan sonra, izi sürülüp o diş hekimi ve eşi de Fethullahçılık davasından yargılanmışlar. Şimdi, Enes Kanter, zaten çekirdekten, hatta belki de Zekeriya Öz’den daha fazla Fethullahçı; çünkü Zekeriya Öz’ün çekirdekten bir Fethullahçı mı olduğu, sonra işbirliği mi yaptığı hep tartışılagelir. Sonuçta onların önemli bir ismi olduğu muhakkak. Ama Enes Kanter de, Samanyolu Kolej’indeki okul yıllarından itibaren bu yapının içersinde büyümüş birisi. Dolayısıyla o kullanışlı falan değil, doğrudan kendisi zaten Fethullahçı.
Fethullahçılık tek başına bana göre suç değil. Onu öncelikle vurgulamak istiyorum. İnsanlar Fethullah Gülen’i sevebilir, peşinden gidebilir, onun için bireyler yapabilir — yaptıkları işlerin kanunlar içerisinde yasal ve meşru olması kaydıyla. Dolayısıyla şu fotoğrafa baktığımda, Enes Kanter Fethullah Gülen’in söylediklerine inanıyor, yanlış yapıyor diyelim –bana göre yanlış yapıyor–; ama diğer ikisi doğrudan suç işliyor. Doğrudan birçok kumpası tezgâhlamış kişiler.
Peki “kullanışlı aptal” derken neyi kastediyorum? Hâlâ bu halleriyle, Türkiye’de güçleri iyice azalmış olmasına rağmen, dünyanın dört bir tarafında Türkiye’nin yakın markajıyla ayakta kalmaya çalışıyor olmalarına rağmen, Fethullahçılar hâlâ eski alışkanlıklarından vazgeçmiş değiller. Hâlâ bu mayınlı sahaya birilerini sürmeye çalışıyorlar. Ya da –artık eskisi kadar insana yapmak mümkün olmadığı için de– gıyaplarında birtakım insanları kullanıyorlar. Nasıl yapıyorlar? Bunu sosyal medyadaki Fethullahçı hesaplarına baktığınız zaman görüyorsunuz. Bu hesapların büyük bir kısmı genellikle Türkiye’de bin bir zorluğa rağmen insan hakları mücadelesi veren kişilerin, aydınların, sivil toplum kuruşlarının, siyasetçilerin paylaşımlarını sahipleniyorlar. Mesela bir tanesinde Garo Paylan’nın paylaşımını gördüm. Ömer Faruk Gergerlioğlu zaten var. Bunu yaparak aslında kendilerinin meşruiyeti olmadığı için, binbir zorlukla Türkiye’de her şeye rağmen, bütün baskılara engellemere rağmen, herkesin hakkını gözeterek, herkese yönelik hak ihlâllerine karşı ses çıkartmaya çalışan ve bu anlamda gerçekten onurlu bir duruş sergileyen kişilerin Fethullahçılar tarafından kullanılmak istendiğini görüyorum.
Bu o kişilerin kabahati falan değil; Fethullahçılar kullanacak diye hak savunuculuğunu yapmamaları diye bir şey olamaz; ama bu çok gerçekten acı bir durum. O kişilerin haklı duruşlarını, o kişilerin mücadelelerini bir şekilde bilerek kullanmaya çalışıyorlar. Aslında karalamış oluyorlar. Bir diğer husus, Türkiye’de şu âna kadar o kadar mağduriyetten yakınan eden Fethullahçılar’ın kendilerinin şu âna kadar Türkiye’de herhangi bir hak savunuculuğu örgütlenmesi yapamamış olmaları. Yüzlerce binlerce kişi söz konusu oldu. Ve Türkiye’de Fethullahçılar’ın yaptığı herhangi bir şey görmüyoruz. Diyecekler ki, hemen içeri alınıyoruz vs.. Bu iş öyle olmuyor. Boğaziçi Üniversitesi öğrencileri de içeri alınıyor, başka sendika için mücadele eden işçiler de içeri alınıyor, ama mücadelelerini sürdürüyorlar. Fethullahçılar’ın sivil toplum mücadelesi yürütmek gibi bir dertleri yok; ama bir diğer yandan da sivil toplum mücadelesine ihtiyaçları var, dolayısıyla başkaları üzerinden bunu kullanmaya çalışıyorlar, bunu yapmaya çalışıyorlar. Kendileri yerine başkaları yapıyor.
Bence önemli bir diğer hususun özellikle altını çizmek istiyorum: Şimdi, şikâyet edilen, eleştirilen hususlar var — Türkiye’deki operasyonlar, insanların cezaevlerine koyulması, kadınların çocukların cezaevine koyulması, yurtdışına kaçmak isterken hayatlarını kaybedenler vs.. Bütün bunların hepsi Türkiye’nin gerçekten sorunu, ciddi sorunlar, acılar. Keşke bu acılar yaşanmasa. Devlet bu anlamda Türkiye’de Fethullaçılık’la mücadele adı altında, 15 Temmuz’la mücadele adı altında çok ciddi insan hakları ihlâlleri yapıyor, yaşatıyor hepimize. Yurtdışındaki bu Fethullahçılar’a baktığımız zaman ise, bunları alabildiğine kullanıyorlar. Şimdi tamam, bunları kullanacaklar, eyvallah; ama buradan örgütlü bir hareket çıkartmıyorlar ve bunu da bir tür kendi varoluşlarının temeli için kullanıyorlar. Şöyle bir soru soralım: Onca insan, yaşlı kadın ya da hamile insan vs. hapse giriyor –ki bunların ezici bir çoğunluğunun darbeden haberi bile yoktu; önemli bir kesimi eminim bu darbe girişiminden rahatsız olmuştur, yani “Bizimkiler yaptıysa iyidir” çizgisinde olduklarını da sanmıyorum, bu tamamen benim akıl yürütmem–; ama bu insanlar hapse girdi, işlerinden oldu, çileler çektiler çekmeye devam ediyorlar. Özellikle yurtdışına kaçmak isterken Meriç’de ya da Ege’de hayatını kaybeden kadınlar çocuklar var. Bunların hepsini değişik vesilelerle Medyascope’ta da dile getirdik.
Peki bu insanlar, bu kerli ferli isimler, önde gelen abiler nasıl oldu da yurtdışına gittiler? Bu sorunun cevabını hiçbir şekilde vermiyorlar. Nasıl oldu da gittiler? Sonuçta baktığımız zaman, bir şekilde kapağı kolaylıkla yurtdışına atmış olan bu kişiler, şu anda burada Türkiye’de yaşanan acıları da ciddi bir şekilde kullanıyorlar. Kendi insanlarını da kullanıyorlar ve kendi refahlarına toz kondurtmuyorlar. Kendilerinin hâlâ oturdukları yerlerde bayağı bir havaları yerinde. İçeride bir eleştiri, tartışma var, onu biliyoruz; ama onların etkisinin çok sınırlı kaldığını da biliyoruz.
Bu son olayda, başıma gelen bu saldırılarda, linç furyasında –ki bu, herhalde Medyascope’ta şu son beş buçuk yıl içerisinde Fethullahçılar tarafından mâruz bırakıldığım kaçıncı linçtir, yani defalarca oldu; ama her seferinde ayrı ayrı bir öyküsü var tabii–, burada gördüğüm bir başka husus, Fethullahçılar’ın kendilerine sanki biraz güvenleri gelmiş gibi, bir güven tazelemesi yapmışlar gibi. Bunun bir nedeni Türkiye’de AKP iktidarının, Erdoğan iktidarının zayıflaması olsa gerek — ki bu zayıflamada Fethullahçılar’ın hiç ama hiçbir katkısı yok. Tam tersine AKP iktidarının, Erdoğan iktidarının ömrünü uzatmada ona can suyu sunmuş bir harekettir Fethullahçılar. Özellikle de 15 Temmuz’daki o darbe girişimini tezgâhlayarak, Erdoğan’a aslında bir tür cankurtaran simidi vermişlerdir; ama şimdi bir şekilde Türkiye’deki Fethullahçılar’a rağmen demokrasi mücadelesi veren insanların Türkiye’de yaşattığı ve yaşatacakları düşünülen dönüşümden istifade etmenin hesaplarını yapıyora benziyorlar. Dolayısıyla Türkiye’deki demokrasi yanlısı güçleri de kullanma konusunda kolları sıvıyorlar.
Bir diğer husus da tabii ki ABD’deki yönetim değişikliği ve buradan da bayağı bir heyecanlandıklarını anlayabiliyorum. Son olarak bir not düşmek istiyorum: Değişik dönemlerde Fethullahçılarla ilgili yaptığım yayınlardan sonra bazı Fethullahçılar bana, “Niye arkalarından konuşuyorsunuz? Niye kendileriyle yayın yapmıyorsunuz?” diye isimler sıraladılar. Ben de her seferinde onlara, “Gelsinler, stüdyoya yapalım” dedim. Onlar da gayet pişkin bir şekilde, eskiden Skype diyorlardı şimdi zoom diyorlar, online yapsanıza diyorlar. Şimdi kullanışlı aptal arayışının bu kadarı da artık fazla dedirtecek bişey. Düşünün mesela farzımuhal ben burada oturuyorum, karşımda Amerika’nın bilmem ne eyaletinden, kim bilir nerededir, Ekrem Dumanlı bağlanıyor mesela. Ve ben, Ekrem Dumanlı’ya burada alan açıyorum. Ekrem Dumanlı her türlü şeyi söylüyor; ondan sonra da orada havasını atıyor, benim burada başıma neler gelecek?
Bir de şunu da özellikle söylemek lâzım: Bu, basın özgürlüğü, çoğulculuk vs. falan değil, onu özellikle vurgulamak lâzım. Basın özgürlüğü böyle bir şey değil. Gerçek gazetecilik de böyle bir şey değil. Türkiye’de meşru olan bütün güçler, bütün siyasî aktörler, entelektüel aktörler ile hepsiyle –Türkiye dışında da olabilir– meşru olan herkesle pekâlâ yaparız, yapacağız. Ama meşruiyeti kalmamış, halkına –kendi halkına–, insanına düşmanılığını açıkça belli etmiş birileriyle bunu yapmamın hiçbir anlamı yok. Basın özgürlüğü bu kapsamında değerlendirilecek bir olay değil.
Yani sonuçta herkesi “kullanışlı aptal” sanmaktan vazgeçmeleri gerekiyor. O noktaya geldikleri andan itibaren belki birazcık değişme ihtimalleri olabilir. Ama hâlâ görüyorum, böyle sanki çocuk kandırırcasına, “Niye yapmıyorsunuz?” vs.. Böyle bir derdimiz yok. Meşru görüldüğü zaman da Fethullah Gülen ile röportaj yapmak istediğimde, Fethullah Gülen, benimle röportaj yapmayı, söyleşi vermeyi asla kabul etmemişti. O dönemde yapabilmiş olmayı isterdim. Yapamadım; ama şimdi bakıyorum ki, “İyi ki de vermemiş” diyorum. Tabii bu arada, zamanında onun yanına gidip, pişkin pişkin fotoğraf çektiren birçok meslektaşımın(!) bugün en –benden daha hızlı– Fethullahçılık eleştirisi yaptıklarını görüyorum — benim öyle bir misyonum yok. “FETÖ ile mücadele insanı” oldular. Bunu da tabii bir şekilde hafızası güçlü olanlar biliyor. Neyse, çok uzatmaya gerek yok. İnsanlara bu “kullanışlı aptal” perspektifinde, kendi insanını kullanma perspektifinde baktıkları müddetçe, bu yapının meşru bir yapı olma imkânı yok. Dolayısıyla bu yapının meşru zeminlerde söz hakkının da olduğu kanısında değilim. Evet, söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.
Kaynak: medyascope