Tarih: 16.07.2022 11:59

Fethullahçı hareketin iç ve dış destekçileri (1)

Facebook Twitter Linked-in

Siyaset bilimci Levent Baştürk 15 Temmuz kalkışmasının 6. yıl dönümünde FETÖ hareketinin uluslararası dinamiklerini Karar gazetesinde yazdığı “Fethullahçı hareketin iç ve dış destekçileri (1)” başlıklı  yazıda değerlendirdi.

İşte o yazı: 

7 Şubat 2012’de Gülen Hareketi mensubu İstanbul Özel Yetkili Savcısı Sadrettin Sarıkaya’nın MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ı KCK soruşturması kapsamında ifadeye çağırdı. Bu durum, AK Parti iktidarı döneminin yaklaşık 10 yılını içeren yönetici elit ittifakındaki çatlağın en mühim işaretlerinden biri ve Gülen Hareketi’nin o döneme kadarki en cüretkâr çıkışıdır. Dönemin Başbakanı Tayyip Erdoğan bu hamleyi kendisinin tutuklanmasına yönelik bir girişim olarak görmüştü. Bu gelişme, Türkiye’deki müesses “askeri vesayet rejimi”ni tasfiye için işbirliği yapan en önemli sosyal aktör ile siyasî aktör arasındaki güç birliği ve dayanışmanın sona erdiğinin güçlü bir göstergesiydi.

Ayrıca dershanelerin kapatılmasına dair iktidarla Gülenistler arasında yaşanan müteakkip çatışma iki ortak arasındaki ayrışmayı net bir biçimde ortaya koydu. Aslında her iki taraf arasında askıya alınan gerilimin varlığı Fidan olayının da öncesine gidiyordu.

Türkiye’de 1946’da çok partili siyasete geçilmesinden bu zamana, Gülen Hareketi gibi dinî oluşumların, bir sağ kitle parti çatısı altında birleşen büyük iktidar koalisyonunun bir parçası olması alışılmış bir durumdur. Ancak Fethullahçılarla birlikte ilk olan şuydu: Bir dinî hareket, ekonomik kaynakların ve bürokratik kadroların dağılımında hak ettiğini düşündüğü payı fütursuzca talep etme cüreti gösterdi. İlaveten, hükümet politikalarını şekillendirme hususunda da kendinde hak gördü ve bu konuda gücünü sergileme teşebbüsünde bulundu.

AK Parti’yle Gülenistler arasındaki çatışmayı o dönemde ele alan hem uluslararası medya hem de AK Parti karşıtı Türk medyasının bazı unsurları, bu çatışmada genellikle iç faktörlerin önemi üzerinde durdular. Ayrıca, Gülenistlerin hükümete yönelik çatışmacı tutumuyla dış faktörler arasında herhangi bir bağ kurmaya çalışan her türlü analizi komploculuk olarak nitelendirme eğiliminde oldular. Şunu açıkça belirtmek gerekir ki, analize dış dinamikleri dahil etmek, Gülen Hareketi’nin Türkiye’de güçlenmesinde iç dinamiklerin inkar edildiği manasına gelmez. Ayrıca hareketin davranışıyla uluslararası bağlamın dikte ettiği koşullar arasında bir bağ bulmak, hareketi sadece bir piyon olarak hareket eden bir oluşum konumuna da indirgemez.

Aslında, Sünni geleneğin “40 yıllık zâlim bir yönetim bir gecelik kaostan iyidir” anlayışına bağlı bir kişi olarak, Gülen her zaman devlete karşı çıkmamayı savundu. Kendi hareketini kültürel İslam dairesi içinde konumlayan Gülen alternatif siyasî-sosyal düzen arayışı içinde olan İslamcı hareketleri kısa ömürlü saman alevine benzetmiştir. Ona göre kendi hareketini yeryüzünü ısıtan ve aydınlatan güneştir. Peki o halde neydi Gülen’i mevcut iktidara karşı başkaldırmaya iten? Gülen’i iktidara karşı koymaya yönelten etken, artık hareketinin devletin gerçek sahibi olduğuna inanmış olması ve kendisine destek veren dış aktörlerden de cesaret ve hatta destek almış olmasıdır. Kısacası, dış dinamiklerin rolünü dışlayarak Gülen Hareketi ile Erdoğan hükümeti arasındaki çatışmayı anlamaya yönelik her türlü çaba yetersiz kalacaktır.

İLK EVRE: YEREL HAREKET, DEVLETÇİ VE STATÜKO YANLISI YÖNELİM

Gülen Hareketi’nin başarısında elbette üyelerinin fedakarlığının ve gayretlerinin bir etkisi vardır. Ancak belirli tarihsel konjonktürlerde iktidar(lar)la yakın ilişkiler içinde olması ve belli bir işlev içinde hareket ediyor olması ona muazzam bir güce ulaşmasının kapılarını açtı.

1960’lar Türkiye’de üniversite gençlik hareketlerinde Marksist ve sol fikirlerin popülerlik kazanmaya başladığı yıllardı. 1950’lerden beri sürdürülen bir çizginin devamı olarak o dönemde dini cemaatler ve tarikatlar “Sovyet tehditi” ve artan “ateist komünist tehlike”ye karşı devlet yanlısı duruşlarını sürdürüyorlardı. Henüz belli bir dini örgütlenme içinde sivrilmemiş olan Fethullah Gülen de kendisine taşralı ve muhafazakar kökenden gelen biri olarak tarikatlar ve cemaatler çizgisinde bir pozisyon belirlemişti. 1960’lı yıllarda onursal başkanlığını emekli bir kara kuvvetleri generali olan Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’in yaptığı Komünizme Karşı Mücadele Derneği’nin faaliyetlerine katıldı.

1970’ler Gülen Hareketi’nin oluşum yıllarıydı. O yıllarda merkez sağ Adalet Partisi’ni destekleyen Nurcu oluşumdan ayrılmış ve Necmettin Erbakan’ın liderliğindeki Milli Görüş Hareketi’ne (MGH) yakın durur bir görüntü sunmuştu. Ancak MGH gençleri arasında İran Devrimi’ne ve bölgedeki diğer İslamî siyasî hareketlere karşı artan sempatiden rahatsız olan Gülen, Erbakan ve hareketine karşı da mesafeli bir tavrı benimsedi. 1970’lerin sonlarında ve 1980 askeri darbesinden önceki aylarda aşırı sağ ve sol silahlı gruplar arasında artan şiddet sonucu can kaybı her geçen gün artarken, Gülen gençleri siyasî gösterilerden ve okul boykotlarından uzak durmaya ve anarşi ve kaosa karşı polis ve orduyla birlikte hareket etmeye çağırıyordu.

Gülen, Türkiye’nin demokratik gelişmesi üzerine olumsuz etkilerinin bugün hâlâ hissedildiği 1980 askeri darbesini desteklemişti. Askeri rejimin “arananlar” listesiydi ama hareketi askeri yetkililerle irtibat halindeydi. 1983 yılında çok partili siyasete geçişin ardından 1983-1991 yılları arasında ülkeyi yöneten Turgut Özal’ın Anavatan Partisi’ni destekledi. Gülen Hareketi’ne tamamen devletin icadı bir oluşum olarak bakmak kimileri için komplocu bir bakış olarak görülebilir. Ancak hareketinin müesses nizam tarafından İran Devrimi sonrası dönemde yükselen İslamcı siyasî gençlik aktivizmine karşı bir panzehir olarak görüldüğüne şüphe yoktur.

Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve Sovyetler Birliği’nin dağılması, Gülen Hareketi için yeni fırsatlar sundu. Dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal, Türkiye’nin Sovyet sonrası dönemdeki rolünü, Selefilik ve İran Devrimi’nden ilham alan radikalizme karşı Orta Asya’da bir set/mani oluşturma olarak tanımladı. 1980’lerin sonu ve 1990’ların başında yaşanan jeopolitik değişimler bölgede dinî alan da dahil olmak üzere birçok açıdan bir boşluk bırakmıştır. Türkiye, dini alandaki boşluğu doldurmak için devlet olarak sadece kendi kaynaklarını (Diyanet İşleri Başkanlığı) seferber etmekle kalmamış, aynı zamanda Gülen Hareketi’nin Orta Asya’da etkisini göstermesinin önünü açmıştır. Bu çabalar aynı zamanda terörü “radikal” İslamî siyasî aktivizmin bir sonucu olarak gören NATO’nun Soğuk Savaş sonrası dönem tehdit değerlendirmesiyle de uyumluydu.

Gülen Hareketi ile Türk devleti arasındaki ilişkiler Özal sonrası döneme de yayılmıştır. Bu ilişkide hareketi sadece devletin elinde bir araç olarak görmek kısır bir değerlendirme olacaktır. Daha ziyade her iki tarafın da karşılıklı çıkarlarına hizmet eden bir durumdan mümkündür. Gülen’in devletçi ve milliyetçi görüşleri dikkate alındığında, bir dinî hareketin çabalarını devletin politikalarıyla uyumlu hale getirdiğini görmek garip olmasa gerek. Ayrıca devletle olan bu yakın ilişkiler, hareketin bürokratik kadrolara erişimini sağlamıştır.

28 ŞUBAT 1997 MÜDAHALE VE SONRASI

Postmodern darbe olarak da adlandırılan 28 Şubat 1997 askeri müdahalesi, Başbakan Necmettin Erbakan’ın koalisyon hükümetini istifaya zorlamış ve tüm dinî kesimlere yönelik bir baskı dönemi başlatmıştır. Bu müdahalenin ilk evrelerinde diğer dinî oluşumların zulmüne kayıtsız kalan Gülen, kendi hareketini bir baskıdan korumak umuduyla darbeyi meşrulaştırıcı bır duruş benimsedi. Darbeyi destekleyen medya, Gülen’in bu duruşunu özellikle Refah Partisi’ne (RP) karşı manipüle etti. Ancak Gülen, darbecilerin listesinde sıranın kendisinin olduğunu anlayınca ABD’ye gitmek için Türkiye’den ayrılmak zorunda kaldı.

Türkiye’den ayrılan Gülen’in yerleşmek için ABD’yi tercih etmesi bir rastlantı değil, rasyonel bir tercihtir. 1990’ların ortalarından itibaren Gülen, kendisini ve hareketini “ilerici” İslam’ın “aydınlanmış ve Batı yanlısı yüzü” olarak sunan yeni bir “İslamî”söylem geliştirmeye başladı. Ayrıca hareket, eğitim ve ticarî faaliyetlerde bulunmak suretiyle her kıtada at oynatan bir konuma geldi. Daha önce de belirttiğimiz gibi ABD, Soğuk Savaş sonrası tehdit söylemini “radikal İslamî terörizm” üzerine inşa etmişti. “Radikal İslami teröre karşı panzehir” söylemine sahip bir küreselleşmiş Müslüman oluşumu olarak Gülen Hareketi, ABD’de kendini “evinde” hissedecekti.

Geçmişte MGH ile yakın temastan kaçınan Gülen’in 2002 seçimleri ve sonrasında AK Parti’ye verdiği desteği bu bağlamda anlamak gerekir. AK Parti liderliği, MGH’den ayrılan grubun temsilcileri olarak siyasette ayakta kalabilmek için ulusal ve uluslararası güç merkezleri nezdinde meşruiyet kazanma zarureti hissettiler. Erbakan liderliğindeki hükümetin devrilmesi ve RP’nin yasaklanması esnasında iç ve dış güç merkezleri arasında kayda değer bir görüş farklılığı yaşanmadı. Avrupa ve ABD, RP liderliğindeki hükümete karşı aleni bir askeri darbeye yeşil ışık yakmasa da, ordunun siyasete müdahale etmesine de itiraz etmedi.

Lakin AK Parti’nin kurucuları, ABD’li politikacılarla kurdukları iletişim kanalları aracılığıyla, İslamcı gelenekten gelen ve ABD’nin İslam ile demokrasi arasında uzlaşma arayan bir siyasî partiye olumlu baktığı kanaatindeydiler. Bu izlenimi o dönemde Amerikan akademik çevrelerinde sürdürülen tartışmalar da destekler mahiyetteydi. Yaptığı konuşma nedeniyle 10 ay hapis cezasına çarptırılmasının ardından Erdoğan’a ABD’nin İstanbul Başkonsolosu tarafından tam destek vermesi, Amerikalıların yeni siyasî oluşuma yönelik olumlu bakış açısının erken bir göstergesiydi.

ABD’de akademik çevrelerde epeydir tartışılmakta olan İslamcıların demokrasiyle uzlaşmasının bölgede demokratik rejimlerin oluşması ve oturmasına katkı sağlayacağı hususu 1990’ların sonunda ve 2000’lerin başında Amerikan karar vericilerinin de gündeminde olan bir mevzu haline gelmişti. Ortadoğu’daki diğer ülkelere göre nispeten oturmuş bir çok partili hayata sahip olan Türkiye’de böyle bir iktidara şans verilmiş olması özelde bölge açısından, genelde de tüm İslam dünyası açısından bir labaratuvar işlevi görebilirdi.

AK Parti kurulmadan önce, partinin kuruluşuna öncülük eden isimlerin ABD’li yetkililerle çeşitli temaslar içinde oldukları gözlerden kaçmadı. Sonuç olarak, her iki taraf da birbirleri hakkında karşılıklı bir ortak anlayışta buluştular. ABD, iki nedenle yeni siyasî oluşumda altın bir fırsat gördü: Birincisi, Amerikalılar için o anda ülkenin tek popüler figürü olan Erdoğan’ın başını çekeceği siyasî partiye kapıları kapalı tutmak, stratejik olarak çok önemli bir ülkede siyasi ve ekonomik istikrarsızlığın büyümesinin önüne geçecektir. İkincisi, yukarıda da belirttiğimiz gibi, ABD’li politika yapıcılar bakımından İslam ve demokrasi arasında bir uzlaşma (ılımlı İslam), Müslüman dünyasına siyasi istikrar getirebilecek ve Batılı ile Müslüman kültürler arasındaki gerilimleri azaltabilecek bir rol üstlenebilir.

İkinci husus açısından bakıldığında, ABD’liler açısından İslam ve demokrasi arasında böyle bir uzlaşmayı sağlamada Türkiye orijinli İslamî hareketler dünyanın diğer bölgelerine kıyasla daha fazla potansiyele sahipti. Bu tarihsel bağlamda ve konjonktürde, Gülen Hareketi ve AK Parti, tükenmiş Türk siyasi sistemini dönüştürmek için ilgili tüm taraflarca beklenen ortaklar haline geldi.

 

Kaynak: Farklı Bakış




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —