06.10.2018 Cumartesi
Epey zamandır bu köşede dinî konularla ilgili yazılar pek yazmıyorum. Çünkü artık din konusunun haraç-mezat alınıp satılan bir metaya dönüştüğüne, bu konuda sürekli konuşmanın bir nevi lafazanlık anlamına geldiğine, özellikle sükseli vaaz retoriklerinin yorgunluk ve usanç ürettiğine inanıyorum. Bu yüzden, son zamanlarda doğrudan doğruya dinî konularla ilgili yazılar yazmaktan mümkün mertebe imtina ediyorum. Daha önceki birkaç yazıda ölüm, hüzün gibi konular üzerinde durmam bizi seven birçok insanın, ?Hoca ilmî alanla ilgili çalışmaları askıya almış olmalı?? mealinde bir endişe ve kaygıya sevk etmiş görünüyor. Bu vesileyle belirtmek isterim ki ilmî çalışmalarımda duraksama veya askıya alma gibi bir durum söz konusu değil? Bilakis tefsir çalışmasıyla ilgili meşguliyet kesintisiz olarak devam ediyor; hatta kimi zaman sabahlara kadar tefsir çalışması sürüyor. Üstelik tefsirin ilk cildi -inşallah- bu ayın sonlarına doğru okuyucuyla buluşuyor. Ama takdir edersiniz ki sürekli olarak aynı konu üzerinde çalışmak hem zihnen hem bedenen yorucu ve yıpratıcı oluyor. Hele bir de atak hâlindeki hastalıklarınız sizi her dem hırpalıyorsa, işte o zaman tükenmişlik sendromu baş gösteriyor. Hem bu sendromun üstesinden gelmek hem de ilmî çalışmaların zihnî yorgunluğunu kısmî olarak hafifletmek için hayata ve insanlık hâllerine dair yazılar yazmak az çok rahatlatıcı oluyor.
***
Hayata dair yazılarımdaki genel muhtevanın sözgelimi Dale Carnegie´in ?Üzüntüyü Bırak Yaşamaya Bak? kitabına uygun şekilde değil de insan ruhunun sancılarına ve sıkıntılarına parmak basıyor olması temelde fıtrî yapım ve hayata pesimist bakışımla alakalıdır. Aslında insanoğlunun hayata gözlerini açmaya ve yaşamaya mecbur/mahkûm kılınmış bir varlık olması, varoluş hikâyemizi en başından sorgulamaya açık hâle getiriyor ve tam bu noktada derin anlam arayışı baş gösteriyor. Şayet varlık ve hayat konusunda anlam boşluğu oluşmuş ve bu boşluk doldurulamamışsa, nihilist savrulmalar kaçınılmaz hâle geliyor. Sanırım sayısız insan varlık ve hayat konusunda bu tür savrulmalarla ömür tüketiyor. Ne yazık ki din dilimiz ve dinî söylemlerimiz varoluşsal savrulmaları bertaraf edebilecek bir mahiyet ve muhteva arz etmiyor. Bu konuda kendisinden istimdatta bulunacağımız kelam ilminde ise hâlen zat-sıfat gibi konularla meşgul olunuyor. Bütün bunların yanı sıra dinî söylem ile gerçek hayattaki eylem arasındaki uyuşmazlık (mübayenet) çok can yakıcı bir sorun olarak karşımızda duruyor. Din üzerine konuşmak ne yazık ki ahlâkî değer üretmiyor.
Öte yandan, insanın hayat macerası adeta birbiri ardınca sökün eden ağır imtihanlarla geçiyorsa, ister istemez teodise ve kötülük sorunuyla ilgili yakıcı sorular zihne üşüşüveriyor. İşte o zaman İmam Gazâlî´nin ?leyse fi´l-imkân ebdau mimmâ kân? (İmkân dâhilindeki âlemler içerisinde bu âlemden daha iyisi yoktur) şeklindeki aşırı optimist (iyimser) görüşüne acı acı gülümsemek gerekiyor. Gazâlî´nin, ?Âlemdeki her şey son derece güzeldir; bundan daha güzeli olamazdı? demekle aynı kapıya çıkan bu sözü, insan hayatındaki yakıcı ve yalın acıları aşağılamak gibi bir anlam içeriyor. Kısacası, teodise ve kötülük sorunu gibi çetrefil meseleler hâlen ikna edici cevaplar bekliyor. Benzer şekilde ilâhî adaleti merhametle, iyiliği mutlak kudretle bağdaştırmaya çalışmak da ciddi güçlükler içeriyor. Mu´tezile´nin ?vücûb alellah? fikrini eleştirmek maksadıyla kurgulanan ihve-i selâse (üç kardeş) hikâyesinden örnek vermek gerekirse, bu hikâyeye göre üç kardeşten ilki mümin, ikincisi kâfir, üçüncüsü de çocuk olarak ölüyor. Mümin kardeş epeyce yaşıyor ve cennetle ödüllendiriliyor. Kâfir de yetişkinlik çağında ölüyor ama küfrü yüzünden cehennemlik oluyor. Çocuk ise azaptan kurtuluyor, fakat cennete giremiyor. Bu yüzden, ?Ey Rabbim! Bana ömür verseydin de sana itaat ederek yaşayıp cennete girseydim? diyor. Allah ona, ?Seni yaşatsaydım günah işleyip cehennemlik olacaktın. Bunu bildiğim için sana merhamet edip çocuk yaşta canını aldım? diye cevap veriyor. Bu cevap üzerine üçüncü kardeş cehennemden, ?Rabbim! Peki, niçin benim canımı masum bir çocukken almadın da onca sene yaşattın?? diye serzenişte bulunuyor.
***
İşte bunun gibi teolojik ve felsefî problemler varlık ve varoluş üzerine düşünüp dertlenen insanın beynini/zihnini zonklatıyor. Yaz tatilinde şezlonga kurulup güneşin tadını çıkarır gibi yaşamak ve hayattan azami nispette zevk almak emeline sahip insanlar nezdinde ise bu tür sorunlara kafa yormak muhtemelen abesle iştigal gibi bir mana ifade ediyor. Öte yandan, varoluşsal sorunlar felsefî boyutlu olunca teolojik argümanlar tek başına kâfi gelmiyor. Ne yazık ki bu toprakların çocukları bilhassa felsefe alanında fikir, görüş ve kavram üretemiyor. Dilimizin kelime ve kavram dağarcığı derin felsefî konuları tartışmaya pek elverişli görünmüyor. Dolayısıyla felsefî içerikli hemen her görüş ve kavram özensiz tercümelerle Batı´dan ithal ediliyor. Bu yüzden de felsefî düşünce alanında ciddi bir cari açık sorunu ortaya çıkıyor. Bütün bunlar bir yana, günümüzde hem deizm, ateizm, nihilizm gibi akımların giderek yaygınlaşması hem de genç kuşağın geleneksel din anlayışına esaslı tepkiler koyması teolojik düzlemde üretilen görüş ve fikirlerin sadra şifa olmamasının yanında İlahiyat alanında özellikle felsefe ayağının yetersiz kalması gibi sorunlarla da yakından ilintili görünüyor. Bu yüzden, ne yapıp edip felsefî düşünce alanındaki cari açıklarımızı kapatmamız, bu alanda imal-i fikirde bulunmamız icap ediyor. Kısacası, felsefeyi sevmek gerekiyor.