Mitolojiler toplumların zihin dünyalarına, yaşam tarzlarına, inanç/itikat kodlarına, insan-evren- zaman-mekan-tarih-toplum-devlet-Tanrı vb. tasavvurlarına dair çok önemli veriler sunar. Bu nedenle mitolojileri medeniyetlerin kültürel kodlarına nüfuz etme vasıtası olarak görmek mümkündür. Tarih, insanın yapıp etmelerinin hülasasıdır. İradi eylemleriyle insan, tarihin akışında rol oynar. Allah(c.c) nebiler-rasuller aracılığıyla tarihin seyrine müdahil olur. Koyduğu yasalar (sünnetullah) tarihin şekillenmesinde belirleyici ve tayin edicidir. Uçsuz bucaksız tarihi hafızada medeniyetlerin yükseliş ve düşüşlerinin nedenleri, toplumsal değişimin yasaları, insanın zaaf ve imkanları bütün berraklığıyla görülebilir. Bu nedenledir ki tarih bilmek (aynı zamanda) bütün yönleriyle insanı tanımak demektir. Sözünü ettiğimiz bu tanıma eylemi felsefi derinlikten yoksun olduğunda, hamasetin anaforunda debelenmek kaçınılmaz olur. Hamaset ise yalnızca günü kurtarmaya yarar. Uzun erimli niteliksel çabalara ilham ver(e)mez.
Tarihe felsefi perspektiften bakmak olaylara değil olgulara, cüz’iye değil külliye, tikele değil tümele, parçaya değil bütüne nazar edecek yetkinliğe erişmekle mümkündür. İnsanın bütünlük bilincini zaafa uğratarak kişiliğinin parçalanmasına (şizofreniye) yol açan modern/post-modern kültür sözünü ettiğimiz yetkinliğe erişmenin önünde bariyer işlevi görüyor. Bu nedenle tarihi anlatıların mahiyet ve keyfiyetine dair vukufiyet zaafı yaşıyor, anlatı farklılıklarının nedenlerini anlamakta güçlük çekiyor, içinden çıkılması mümkün olmayan bir karmaşanın (teşevvüşün) göbeğinde buluyoruz kendimizi. Oysa ki anlatı farklılıkları kaçınılmazdır. Çünkü sosyal bilimlerin tüm disiplinleri gibi tarih de “nötr” değildir. Anlatıcının bilgisi, görgüsü, kültürel-ideolojik aidiyeti, inanç kodları, sosyal-sınıfsal konumu, anlatının içeriğine nüfuz eder. Kimi zaman da kasıtlı olarak hikayeye müdahale edilir.
Heredot’un ilk tarihçi ve ilk yalancı olarak tavsif edilmesi boşuna değildir. İbn-i Haldun kendisinden önceki kimi tarihçilerin zayıf veya sağlam demeden sadece nakle itimat etmeleri, bunları asıllarıyla karşılaştırmamaları, benzerleriyle mukayese etmemeleri, hikmeti ölçü alarak oluşumların tabiatını kavramak suretiyle haberlerde muhakeme ve basireti hakem kılmamaları nedeniyle haktan saptıklarını, vehim ve hata sahrasında şaşkın şaşkın dolaştıklarını beyan eder. Olanı olanca çıplağıyla tasvir edip ( ki bu tasvir de çoğunlukla objektiflikten uzaktır) okuyucunun sahih yorum yapmasına katkı sunmak yerine, okuyucuyu kendi yorum çerçevesine mahkum etmek için anlatı üzerinde operasyon yapmak, özellikle modern tarih yazımının, en belirgin özelliğidir. George Orwell’ın “geçmişi denetim altında tutan geleceği de denetim altına almış olur” iddiası anlatının kasıtlı olarak çarpıtılmasının nedenine dikkat çeker. Başka nedenler de sıralanabilir elbette. Ulusal çıkarlar, politik yarar sağlama arzusu, toplumu bir arada tutma güdüsü, ikbal endişesi, iktidarını koruma refleksi, sosyal çevre edinme beklentisi vb. anlatının çarpıtılması için gerekçe olabilir. Mustafa Kemal’in “tarih yazmak tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır” ifadesinde tarihi yazanla tarihi yapan arasında olması gereken mutabakata dair vurgusu, tarih yazımının objektif ol(a)mayacağına işarettir. Yazanın yapanı eleştirme imkanını elinden alan (hatta onun yapıp etmelerini içtenlikle desteklemesi beklenen) bu yaklaşım, anlatının nötr olamayacağına zımnen işaret eder. Bu nedenle tarihin doğru anlaşılması için karşılaştırmalı okumalar daha sağlıklıdır. Tarih felsefesi perspektifi bu tarz okumalar neticesinde olgunlaşabilir. Unutmamak gerekiyor ki felsefenin hikemi doğasına mesafeli tarih anlatısı, araçsallaştırılmaya çok daha müsaittir.
Dün-bugün-yarın arasındaki kopmaz bağ tarihin nasıl anlaşılması gerektiği hususunda öğretici olabilir. Kadim kültürlerin bütüncül zaman tasavvurundaki radikal kırılmaya kaynaklık eden aydınlanma aklı, tarihe tevhidi perspektiften bakması gerekenlerin (yani Müslümanların) zihinlerini altüst etti. Bu altüst oluşun yıkıcı sonuçlarıyla hala yüzleşebilmiş sayılmayız. Yüce Kur’an’ın hayatı-tarihi-bilgiyi bölünmez/parçalanmaz bir bütün olarak beyan edişi ve bu bütüne ilahi vahyin ve nebevi pratiğin kılavuzluk etmesi gerektiğine dair tespiti sözünü ettiğimiz altüst oluş için bir çıkış yolu gösteriyor esasında. Ancak Müslüman muhayyile uzun süredir maruz kaldığı ve post-modernlikle birlikte iyice artan “bütünlük bilinci kaybı” hastalığından kurtulabilmiş değil. Halihazırdaki duruma bakıldığında bu hastalıkla barışık yaşamaktan pekte rahatsızlık duymuyor gibi… Çünkü zamana tevhidi perspektiften bakan birinin “tutarlılık” gibi bir sorumluluğu var. Oysaki parçacı zaviyeden bakan biri için böyle bir sorumluluk gereksizdir. Böyleleri parçaladıkları zamanın her parçası için ayrı bir değer sistemini, ahlaki öğretiyi veya tutumu tercih edebilir.
Ahmet Hamdi Tanpınar “saatleri ayarlama enstitüsü” adlı eserinde Müslüman’ın zaman tasavvurunda meydana gelen radikal değişime dikkat çekerken anlatmak istediği tam da budur. Saatin “ileri” gitmesi ya da “geri” kalması zamanın da ilerilik ve gerilik bağlamında değerlendirilmesinin önünü açmıştır. Şöyle der Tanpınar: “Terakki saatledir. İnsan saati cebine koyup, zamanı güneşten kopardığı gün terakki etti. Müstakil zamanı saymaya başladı.” Bu tespit modern paradigmanın sosyal gerçekliğimizde sebep olacağı yıkımın yüzyıl öncesinden fark edilmiş olması bakımından dikkat çekicidir. Zamanın güneşten koparılması insan-doğa ilişkisinin mekanikleşmesi anlamına geliyordu aslında. Aydınlanma filozoflarının “saat gibi işleyen doğa” tespitleri boşuna değildi. Bu durumda Tanrı, saati kurup çalıştıran ve sonra da kendi muhteşem dünyasına dönen mükemmel varlık olarak tanımlanabilirdi. Bu dünyayla ilgisi kalmamıştı artık. O vakit buralar bizimdi… Dilediğimiz gibi tasarrufta bulunma hakkımız vardı…
Zamana tevhidi nazarla bakışın zedelenmesinin zorunlu sonucu olarak tebarüz eden ”doğrusal(lineer) tarih yaklaşımı”, sadece Müslüman toplumları değil, kadim geleneklerin tamamını taşralaştırdı. Bununla da kalmadı, ilgili toplumları “müze”leştirdi. Sözünü ettiğimiz lineer(doğrusal) tarih anlayışı insanlık tarihini ilkelden madeniye doğru akan düz bir çizgi olarak yorumladı ve dün-bugün-yarın arasındaki ilişkiyi evrimsel boyutta temellendirmeye çalıştı. Hıristiyanlık içi kavgadan esinlenen bu yeni perspektif nebevi geleneği tarih dışına itti. Binaenaleyh tarih anlatısı sekülerleşti… Doğrusal tarih tasavvuruna ikna olmuş bir zihnin peygamberlere iman etmesi mümkün değildi…
Böylece insan, tanrının inayetiyle hidayete erişen bir varlık olarak değil, Zeus-Prometeus kavgasında belirginleştiği üzere, Tanrıyla çatışarak özgürleşen bir varlık olarak tarif edildi. Modern paradigmanın insan tasavvurunda mitolojinin oynadığı bu hayati rol, modern tarih yazımının karakteristiğine dair izler de taşır. Göklerden gelene sırtını çevirmeyi salık veren bu yeni öğreti, yeryüzünde mukim insanın zihninde yarattığı tanrılardan ilham almakta sakınca görmemektedir her nedense… Tanrı-insan çatışmasını özgürlük koşulu olarak kodlayan bu yeni yaklaşım, modern sosyal bilimleri de etkileyecektir. İnsan-insan, insan-tanrı, insan-tabiat, devlet-toplum, kadın-erkek, baba-evlat gerilimi/kavgası üzerinden şekillenecektir sosyal bilimler… Kavganın/çatışmanın terakkiye vesile olacağı tezi buradan ilham alacaktır. Marks’ın komün-serf-feodal-burjuva-kapitalist-sosyalist olarak kademelendirdiği ereksel (teleolojik) tarih tasavvuru bu çatışmacı yaklaşımın sonucuydu. Her aşama bir öncekinin sonucu, bir sonrakinin nedeniydi… Bu sebep-sonuç ilişkisi çatışma üzerinden temellendiriliyordu. Toplumu sınıflar arası kavgaların agorası olarak gören bu perspektif sosyal bilimlerin ilham kaynağıydı. Augouste Comte’un teolojik-metafizik-pozitivist aşamalı tarih yorumu da aynı kaynaktan besleniyordu. Buna göre insanlık ailesi tarım kültürünün kendine mahsus ortamında tanrı merkezli (teocantric) anlayışı benimsemişti! Sanayi devrimi bu anlayışı tersine çevirdi ve bilimin kılavuzluğunda (pozitivist) bir hayat tasavvuru oluştu. Demek ki din köylü, kent ise sekülerdi! Bidayetinden beri Türkiye sosyal bilimler akademisi bu perspektife meşruiyet kazandıracak çalışmalar yapıyor. Bu yolda yeterince mesafe aldığı söylenebilir.
Modern zamanlarda tarih ilmi sömürgeciliğe meşruiyet kazandırmak için istismar edildi. Avrupa merkezci (Eurocantric) perspektifi odağa alan bu tarih yazımı Avrupa dışı ulusları tarihin nesnesi olarak kodladı ve bu ulusların “rüşt sahibi” olmaları için beyaz adamın misyon üstlenmesi gerektiği tezini işledi. (“Beyaz adamın yükü”, ”uygarlaştırma görevlisi” gibi klişeler bu vazifenin sonucu olarak ortaya çıktı.) Beyaz adam, kendi sosyal gerçekliğinin kavramsal ve kurumsal çerçevesini kendi dışındaki kültürlere zahmetsizce ihraç etmek için ambalajı gösterişli “milliyetçilik(ulusalcılık)” ideolojisini kullandı. Böylece etnik asabiyete dayalı aşırılıklar farklılıkların barış içinde bir arada yaşamasını zorlaştırdı ve kültürel asimilasyonu meşruiyet kazandırdı. Öte yandan Edward Said’in de yerinde tespitiyle “Batı emperyalizmiyle üçüncü dünya ulusçuluğu birbirini besledi.”
Ulusal kodlara sığınarak bağımsızlaşacağını zanneden toplumlar farkında olmadan “beyaz adamın” değer sistemine angaje ve entegre oldu. Etnik-kültürel kodları ululamak ve böylece ulusal bilinç inşa etmek için geçmişi yeniden yazdı. Burjuva protestan uygarlığının tarihin öznesi olarak ortaya çıktığı 17.yüzyıldan itibaren, ulusal kodlara özgü bir tarih yazımı zaten belirginlik kazanmıştı. Post-Kolonyal kuramcılar bu tarih yazımını “elitist-dominant” olarak niteler. Önce Avrupa bu perspektifle kendini yeniden inşa etti. Saksonlar-Germenler-Flemenkler-İskoçlar-Lehler-Finler v.s ulusal tarih anlatısına mesnet teşkil edecek tarihi veriler ürettiler. Ürettikleri verileri (ki bu veriler mitolojik ögeler de barındırıyordu) 17.yüzyılın ikinci yarısından itibaren ulus inşasında kullandılar. Binaenaleyh tarih ilmi zaaf ve imkanlarıyla insanı tanımanın ve ibret almanın aracı olmaktan çıktı, “beyaz adamın” biricikliğini ispat etmek için çabalayan operasyonel bir disiplin haline geldi.
Ranajit Guha, Gayatri Spivak, Dıpesh Chakrabarty gibi post-kolonyal kuramcılar bu tarih anlatısının Hint toplumuna ve kültürüne vurduğu darbenin yapı sökümü için dikkat çekici çözümlemeler yaptılar. Edward Said’in 1978’de yayınlanan Şarkiyatçılık ve 1993’te yayınlanan Kültür ve Emperyalizm adlı eserleri de bu bağlamda değerlendirilebilir. Said, oryantalizmin sömürgeciliğe keşif kolu hizmeti gördüğüne işaret ederek “imparatorluğun kültürü takip ettiğini bunun tersinin mümkün olmadığını” söyleyecektir. Şarkiyatçılık aracılığıyla Doğu hakkında istiflenen bilgi önce edebiyat yoluyla Doğu’yu nesneleştirecek, ardından ise sosyal bilimler aracılığıyla bu “nesne” üzerinde ne tür operasyon(lar) yapılması gerektiğinin bilimsel(!) veri tabanı oluşturulacaktır. Doğu’nun kültür kodlarına bu derinlemesine nüfuz, Batılıya tahakküm ve denetimin yol haritasını verecektir. Karşı adım olarak oksidentalizm (garbiyatçılık) önerisi, “nesne” olarak konumlandırılanların “özne” olma arzusu gibi görünse de, karşıtının kötü bir kopyası olmaktan öte bir işlevi olmayacaktır. Sömürgeci emeller için bilginin araçsallaştırılmasından başka bir şey değildir her ikisi de… Felsefenin hikemi doğasının oldukça uzağına demirlemişlerdir…
Sömürgeci tarih anlatısının mağdurları (ve hatta madunları) arasında yer almasına rağmen Türkiye’nin neden hala bu anlatıyla hesaplaşmadığı sorusu önemlidir. Biz de tarih karizmatik figürlerin yapıp-etmelerinin kayıt altına alınması üzerinden etki üretmeye çalışıyor her nedense. Dolayısıyla hamaset ve popülizmin etkisinden kurtulamıyor. Hatta bu etkiyi kalıcılaştırmak için tarih istismar ediliyor. Düşünce tarihi ve tarih felsefesi perspektifi henüz emekleme aşamasında. Bunun da sebepleri var elbet… Modern tarih yazımıyla hesaplaşmak için yukarıda dikkat çekmeye çalıştığımız üzere, müdahaleye tahammülü olmayan “kutsanmış ulusalcı anlatının” beyaz adama hizmet ettiği gerçeğiyle yüzleşmek gerekiyor. Bu durumda devlet aygıtına meşruiyet kazandıran paradigmanın çökmesi ihtimali ortaya çıkar ki, hiçbir ulus-devlet bu riski göze alamaz. O vakit bu riski bağımsız entelektüel/ ilmi havzaların alması gerekir. Ancak aralarında bizim de bulunduğumuz Doğu toplumlarının tamamında devlet aygıtı sivil alanı bütünüyle kuşattığı için bu da oldukça zor. Bu kuşatmayı yarmak için örgütlü-sistematik-kolektif bir mücadelenin organize edilmesi şart. Sömürgeci tarih yazımıyla(anlatısıyla) yüzleşmeyi göze alamayan bir toplumun haysiyetli bir yarına uyanması mümkün değil… Bu kültürlerin kaderi tarihin taşrasında yaşamaktır…
Avrupa’ya en yakın Müslüman devlet olması münasebetiyle, lineerci tarih yaklaşımından esinlenen ulusalcı ideolojilerden ilk olarak Osmanlı etkilenmişti.19.yüzyılın başından itibaren Balkanlar’da (Yunanistan’la başlayan) bağımsızlık hareketleri 20.yüzyılın ilk çeyreği dolmadan Osmanlı’nın sonunu getirdi. Vaktiyle Balkanlar’daki ilerleyişiyle İslam dünyasına rüştünü ispat eden Osmanlı, buraları kaybetmeye başladıktan sonra da çökecektir. İlginç bir kader doğrusu…
Ayrılan her ulus, kendini merkezde konumlandırdığı (yeni) bir tarih anlatısına sarılacaktır. Sadece Osmanlı hinterlandından çıkan bağımsız(!) ulus-devlet sayısı yirmiden fazladır. İmparatorluktan ayrılan halkı Müslüman devletlerden sadece Türkiye, sınırlarının cetvelle çizilmesine (sömürgeleştirilmeye) razı olmadı. Bunun bedelini ise ağır ödedi. İslami referanslar temelinde bir siyasal bilincin ve sosyal gerçekliğin inşa ve ikamesine fırsat verilmemesi( ki bu fırsatın verilmemesinde ulus-devlet aygıtının rolü yadsınamaz) bu sürecin en ağır bedeli olarak öne çıkar. Dolayısıyla hem ulus-devlet aklıyla barışık olup hem de İslam’ın ruhuna muvafık bir siyasal bilinç inşa ve ikame etmek mümkün değildir. İslamcılığın ideolojik ve muharrik gücü sayesinde başarıya ulaşan İstiklal Harbi, Gökalpçi perspektife meftun kadrolar eliyle mecrasından saptırılmıştır. Gökalp’ in Türkçülüğün Esasları’nda içtimai şiarımız olarak beyan ettiği “Türk Milletindenim, İslam Ümmetindenim, Garp Medeniyetindenim” çözümlemesi, Cumhuriyet modernleşmesinin karakteristiği olacaktır. Mustafa Kemal’in “fikirlerimin babasıdır” diyerek taltif ettiği Ziya Gökalp, Türkiye’de modern sosyolojinin kuruluşuna da nezaret ederek protestan kültür kodlarından ilham alan sosyal bilimler dilinin/söyleminin banisi olacaktır. Garp medeniyetinin bir bütün(küll) olduğunu ve bu bütünün Yunan düşüncesi, Roma kültürü ve Hıristiyan teolojisinden bağımsız ele alınamayacağını Durkheim’in sadık tilmizi Ziya Gökalp fark edememiştir.
Fransız filozof Ernest Renan’a yazdığı “reddiye” den anlıyoruz ki Namık Kemal, Avrupa’nın zihin kodlarına Gökalp’ten daha vakıftır. (Bu reddiye “Renan Müdafaanamesi” başlığıyla günümüz Türkçesine çevrilmiştir) Ancak Namık Kemal’in düşünceleri değil duyguları (özellikle de vatan duygusu) Cumhuriyeti kuran kadrolarca muteberdir. Mustafa Kemal, Namık Kemal için “ duygularımın babasıdır” diyecektir. Osmanlı bakiyesi olarak kurulan yeni Türkiye’nin İstiklal Marşı’nı İslamcılığıyla maruf Mehmet Akif’in yazmış olması, bu ülkenin varlığını İslam’a borçlu olduğunun kanıtı olarak okunabilir. Denebilir ki İslamcılık, Türkiye’nin varoluşunu mümkün kılan ana istinatgahtır. Ancak Cumhuriyetin ilanının üzerinden on yıl bile geçmeden dönemin Halk Fırkası (CHF/CHP) İstiklal Marşı’nda “şehadetleri dinin temeli” olarak tarif edilen ezanı yasaklayarak, yeni Türkiye’nin kıblesini Fransız Devrimi’ne ilham veren burjuva protestan medeniyeti olarak belirlemiştir. Birinci mecliste olmasına rağmen ikinci meclise alınmayan Akif’e reva görülenler ise İslamcılığın bugüne kadarki kaderine etki edecektir. İslam Milleti olarak kazandığımız İstiklal Harbi, artık “Türk Ulusu”nun görkemli zaferi olarak adlandırılacaktır. “Beyaz adamdan” tarihin nasıl istismar edileceğini iyi öğrenmiştir “yerli kadrolar” .
Türkiye, ulus-devlet aklının rehberliğine razı olduktan sonra (doğal olarak) şanlı ve kadim tarih icadı zarureti ortaya çıkmıştır. Türk Tarih Kurumu bu iş için ihdas edilmiştir. Bilgiyi elinde tutan, onu yeniden ve istediği gibi üreten ulus-devlet, maiyetindeki kitleleri de bu (yeni üretilmiş) bilgi aracılığıyla “endoktrine” etmiştir. Böylece burjuva protestan kodlarla içiçeliği aşikar olan milliyetçilik, devletin merkez ideolojisi olarak mevzisini tahkim etmiştir. Diğer ideolojiler ise milliyetçiliğe olan yakınlık ve uzaklıkları ölçüsünde değerlendirilmiş, meşru ve muteber olup olmadıkları bu değerlendirmenin sonucunda belirginlik kazanmıştır. Bu bağlamda denebilir ki, Türkiye siyasal hayatına vaziyet etme iddiasında olan her siyasi organizasyonun evvela milliyetçilik sınavından geçer not alması gerekir. Vaktiyle “milliyetçilik ayaklarımın altındadır” diyen Tayyip Erdoğan’a “senin o ayaklarını kırarlar” diyen zihniyet buradan beslenmektedir. Nitekim o ayaklar (mecazi anlamda) kırılmış, muhafazakar demokratlar, alamet-i farikası milliyetçilik olanlarla ittifak yapmışlardır. Bu ittifak zaten devletin merkez ideolojisi olan ve aslında tüm siyasi hiziplere (kafi miktarda) nüfuz eden milliyetçiliğin, muhafazakarlığı emmesi (massetmesi) olarak okunabilir. Ancak ilginç (ve maksatlı) bir şekilde muhafazakar demokrasiyi İslamcılıkla telif etmeye çalışan ve böylece İslamcılığı burjuva protestan kültür kodlarıyla imtizaç ede(bile)n ( ya da etmeye teşne) bir ideoloji olarak tanımlayıp, sağ/muhafazakarlığın bütün kabahatlerini İslamcılığa hamletmek isteyen bir sosyalist/kemalist/liberal havzanın varlığına da dikkat çekmek gerekiyor. Türkiye’nin İslam’la mümkün olan varoluşuna dair farkındalığı aşındırmak ve hatta imha etmek için oldukça profesyonelce yürütülen bir operasyon… Şunu hatırda tutmak gerekiyor ki, İslamcılığın siyasal söylemi Osmanlı ve Cumhuriyet tarihi boyunca iktidar ol(a)mamıştır. Bu siyasal söylemin alamet-i farikası vahiy bilgisinin ve nübüvvet pratiğinin belirleyici ve tayin edici olduğu bir sosyal gerçekliğin bütün boyutlarıyla inşa ve ikamesini sağlamaktır.
Türkiye’de siyasetin Fransız İhtilali sonrası ortaya çıkan kavramsal ve kurumsal çerçeveye sadık kalarak icra edildiği gerçeğini hatırda tutarak, milliyetçilik ortak paydasında birleşen siyasi fırkaları anlamak mümkündür. Bu bağlamda “bize özgü” bir siyasallığın inşa edilmesi için evvela sözünü ettiğim bu yaklaşımdan teberri etmek lazım gelir. “Bize özgü” derken kendimizi İslam’a nispet ediyor olmamızdan dolayı İslami referanslar temelinde inşa edilecek bir siyasal bilinci kastediyorum. Üzülerek söylemek gerekiyor ki Müslüman toplumlar böyle bir siyasal bilinçten yoksundur. Bu yoksunluğun saltanat geleneğimizden kaynaklı nedenleri vardır. Bu gelenek toplumlarımızın siyasal sorumluluk sahibi olmasına, yönetime katılmasına, sistematik ve kolektif siyasal aklın işlevsel kılınmasına, ilmi/entelektüel bağımsızlığa fırsat vermemiştir. Siyasal alanı, Platon’dan mülhem, seçkinci-elitist dar bir havzayla sınırlayarak çoban-sürü ilişkisine benzer bir yönetim biçimine alan açmış, karizmatik yönetici ve/veya dini lider kültünü ikame etmiştir. İslam’ı saltanatın stepnesi olarak konumlandırıp Müslüman ahaliyi de bu doğrultuda endoktrine etmiştir. İlmi/entelektüel bağımsızlık yerine “saray ulemalığı” ihdas edilerek düşünsel tekamülün önü kesilmiş, taklit ve itaati kurumsallaştıran tarikat havzaları aracılığıyla edilgenlik kalıcı hale gelmiştir.
Toplumlarımızın siyasal bilinci, kokuşmuş saltanat ideolojisi tarafından hadım edildiği için, pasiflik kader haline gelmiştir. İnsanımız asırlarca tek adam/tek akıl tarafından sevk ve idare edilmeye alıştı(rıldı)ğı için, gerçek anlamda siyasal sorumluluk almaktan imtina etmektedir. Aktüel-politikanın sığ, vülger, pragmatik ve oportünist diline maruz kalmaktan kaynaklı “zihinsel kadavralaşma” durumunun farkında değildir. Anti-emperyalist/ anti-kolonyalist olduğu iddiasıyla teveccühe mazhar olan milliyetçiliğin aslında “beyaz adamın” asistanı olduğunu idrak edememiştir. Bağımsız, risk alabilen aydın/entelektüel/alim azlığı nedeniyle idrak etmesi mümkün de değildir… Mısır’da Cemal Abdunnasır, İran’da Rıza Pehlevi, Türkiye’de Mustafa Kemal, Afganistan’da Emanullah Han “milliyetçi” retoriğe yaslanarak toplumlarını burjuva protestan uygarlığıyla barışık yaşamaya ikna ettiler. Hatta sadece ikna etmekle de kalmadılar. Bu uygarlığın referans sisteminin kanıksanması için ellerinden geleni yaptılar. Önemli bir Peştun milliyetçisi olan Veli Han’ın (1988’de) Pakistanlılık kimliğine itiraz ederken söylediği şu söz bütün ulus temelli yaklaşımları özetler niteliktedir: “Ben 4000 yıldır Peştun’um,1400 yıldır Müslüman ve sadece 40 yıldır Pakistanlı” (Bkz. Ortadoğu’da Devlet Altı Gruplar/İldem Yay.Syf.594) Kaynak: Farklı Bakış