Günümüzde “toksik ebeveyn” ifadesi giderek yaygınlaşıyor. Evlatların “şimdi burada” yaptığı bütün hataların sorumluluğu ebeveynlerin geçmişteki yanlış davranışlarına, özellikle de annelerin yanlış davranışlarına yükleniyor. Neredeyse bütün ebeveynler “yanlış”. İşin ilginç tarafı Instagram üzerinden bütün dünyada binlerce ve belki de milyonlarca ebeveyn, çocuklarını sömürerek çocukları üzerinden para kazanırken onların çocuklarının bedenlerini ve duygularını sunuma çıkarması hiç dert edilmiyor da geçmişin anne-babalığı bugünden geriye ne kadar eksik ve yanlış oldukları üzerinden karnelendiriliyor.
70’ini devirmiş, “bir şekilde şöhret olmuş” adamlar, kadınlar, çoktan toprak olmuş ana babalarını “Beni hiç öpmedi, bana bir kez bile seni seviyorum demedi” diye ekranlarda şikayet ediyor. Kime? Şikayetin makamı önemli değil müşteki için, çünkü o, şikayet edebilme kapasitesi üzerinden kendisini “özne” ve “birey” kıldığını düşünüyor.
“Zamanın ruhu” ekran aracılığı ile “yanlış anne-babalar” üzerinden akarken biz bu yazı için “başkasının geçmişi”ne gidelim, başka bir ülkenin, başka bir coğrafyanın geçmişine... Ve esasında geçmişin hiçbir zaman geçemediğini bir hikayenin izinde görelim, “hayırsız evlat”ı bir hikâyenin izleğinde okuyalım. İz süreceğimiz hikâye 1918 yılında yayımlanmış, adı “Barbara”. Hikayenin yazarı Josep Roth (1894-1939). Hikayenin izinde yol almadan önce Roth hakkında yazılmış Ömürnaz Kurt’un kaleme aldığı ve 21 Arılık 2017 yılında K24’te yayımladığı metni dikkatinize sunmak isterim:
“Joseph Roth’u fikirler değil, insanlar büyülemiştir. Yazınının merkezinde problemler yer almaz, orada toplum vardır; ideolojilerden değil, ahlaktan beslenir. Romanları, konularının sürükleyiciliği ve masalsı anlatımıyla kolay okunmakta, gazeteci-yazar kimliğinin nimetlerinden yararlanarak gözlem yeteneğini konuşturmakta ve topluma hitap etmesini iyi bilmektedir. Bununla beraber Roth’un yazım ritüeli de nevi şahsına münhasırdır. O, meslektaşlarının ve eleştirmenlerin deyimiyle bir ‘kahvehane yazarı’dır. Yazılarını kafelerde yazar; bir arşivi, telefonu, hatta daktilosu bile yoktur. Elde yazdığı yazılarını, ertesi gün gazetede yayımlanacak şekilde yazı işlerine teslim eder. Bu çalışma şekli onun yazınına biraz da öncü, özgür bir hava katmıştır. Ansiklopedilere, el kitaplarına, istatistiklere gerek duymaz, zira görmediği bir şey hakkında yazamayacağını söyler. Onun hem gazeteciliğini hem de yazarlığını böylesine farklı kılan da muhtemeldir ki bu olmuştur. Nihayetinde yazarın da dediği gibi, büyük hakikatler, sayfa kenarlarına yazılır.” (https://t24.com.tr/k24/yazi/joseph-roth,1453)
Yukarıda dikkatinize sunduğum satırları bir kaç arkadaşıma kimin hakkında olduğuna dair bir isim vermeden okudum. Derhal Mustafa Kutlu dediler. Üstadım Mustafa Kutlu Bey’in kendisine de telefonda okudum. O dahi kendisinden bahsedilen bir yazıyı okuduğumu zannetti. Bu bilgiyi aktarma sebebim, değişende değişmeyen damarın sürekliliğine, hikâyenin ve hikâyeyi yazan kişinin hayata bakışındaki evrenselliğe, insan olma paydasına dikkat çekmek için.
Joseph Roth’un 1918 yılında yayımladığı “Barbara” hikayesinin “hayırsız evlat” tiplemesi, bütün zamanları ve kültürleri kuşatacak bir derinliğe sahip.
Barbara on yaşında iken annesini kaybeder. Babası varlıklı bir adamdır ama kumar ve içki düşkünlüğü ile varını yoğunu kaybetmiştir. Barbara 16 yaşında iken “şişman domuz tüccarı” amcasının yanına gider. 20 yaşında iken amcası Barbara’yı marangoz ustası dostu ile evlendirir. Barbara düğününde sanki bir kız arkadaşının düğününde imiş gibi oturur, gelinin kendisi olduğunu bir türlü anlayamadan...
Kocası onun için “sert yumruklu yabancı bir adam” olarak kalır. Sert yumruklu marangoz kocanın atölyesine her gün yemek götürür Barbara.
Kaba saba marangozdan bir oğlu olur Barbara’nın, Philip. Barbara oğlunu çok sever. Dünyasının merkezine oğlunu koyar. Barbara 22 yaşında marangozdan dul kalır, oğlunu iyi yetiştirmek için her türlü fedakarlığı yapar.
Barbara, günün birinde kendisini seven, kendisinin de sevdiği bir adamdan evlenme teklifi alır. Dünyası değişmiştir. Her şey güzelleşmiştir. Sevmeyi ve sevilmeyi aynı anda ilk defa tatmıştır Barbara. Ne ki adam ile evlenirse oğlunu yabancı bir adamla muhatap edeceğini düşünerek evlenme teklifini geri çevirir. Bütün hayali oğlunun iyi bir adam olmasıdır. Oğlu öğretmenlerinden aferin aldıkça Barbara gönenir: “Barbara çocuğu ile birlikte yükselmek istiyordu. Onca özveri boşa gitmemeliydi.”
Esasında Philip son derece kaba, içi dünyası olmayan, odun gibi denilen gençlerden biridir. Annesinin geçim sıkıntısını aşmak için yaptığı fedakârlıkların, onu okutmak için genç yaşta ihtiyarlayan bedeninin bir önemi yoktur. Bir şey olacaktır muhakkak Philip, ama ne? Meslek seçimi konusunda kararsızdır: “Eğitime devam etmek için yeterli para, düzgün iş bulacak hamileri” olmadığından kendisi için en rahat meslek olarak gördüğü teolojiye yönelir Philip: “Ruhban okuluna devam edebilirdi, o zaman önünde varlıklı özgür bir hayatı olurdu. Böylece liseyi bitirdikten sonra din biliminin rahip kisvesine bürünüverdi. Az miktarda eşyasını tahta bir bavula koyup geleceğinin dar odasına göç etti.”
Annesine “tahta talaşı kadar seyrek ve yavan” mektuplar gönderir oğul.
Annesi bu ruhsuz mektupları dahi tekrar tekrar okur. Oğul uzaklardadır ve hep uzaklarda kalacaktır. Esasında aynı evin içindeyken bile oğul annenin kendisi için yaptığı fedakarlıkları hiç görmemiştir.
Oğlu için kendisine bir hayat kurmaktan vazgeçmiş olan Barbara, günden güne güçten düşer. Oğlunu son bir kez görmek için haber gönderir. Oğul gelir. Ama esasında annesinin yatağının ucuna gelen sadece bedenidir.
Mavi cübbesi, silindir şapkası ile odadan içeri girer. Yüzünde ne bir korku ne bir kaygı vardır. Ölüm döşeğindeki anneye ufacık bir sevgi kırıntısı, minik bir minnettarlık cümlesi. HAYIR. Kendi başarılarına, makamına odaklıdır oğul:
“Terfiinden söz etti, doktora diplomasını gösterdi, bu sırada öyle dik duruyordu ki, cübbesi içinde tıpkı sert kağıt ruloları gibi görünüyordu, silindir şapkası da teneke kutudan farksızdı. Çalışmalarını anlattı, yine de Barbara hiçbirini anlamadı. Bazen öğretmenlerinden kaptığı ve ihtiyacı olduğunda dalkavukluk etmek için kullandığı, genizden gelen, yapmacık bir tonda konuşuyordu. Çanlar çalmaya başladığında haç çıkarıp dua kitabını aldı, yüzünde ağırbaşlı bir ifadeyle uzun süre fısıldayarak dua etti.”
Oğul profesyonelce “vazife”sini icra etmektedir. Oysa ağır hasta anne, oğluna mektup yazıp son bir defa onu görmek istediğinde son karşılaşmayı hiç de böyle hayal etmemiştir. Son bir umut onu ne kadar özlediğini ölmeden önce oğluna anlatmak, ondan bir kaç sevgi kırıntısı cümle duymak istemiştir.
Oğulun kulakları, anne ağzından çıkan ölümü, profesyonel bir şekilde duyar ve vazifesini hemen icra eder. Annesi oğlundan sevgi dolu bir kaç cümle beklerken o sesini bütün duygularından arındırmış olarak, acının hiç uğramadığı o genizden gelen sesi ile cennette dindarları bekleyen ödüllerden bahsetmeye başlar.
Barbara son nefesinde beyhude bir şekilde oğlunun içinde sevgi uyandırmaya çalışır. Kadın anlatırken oğul esner. Sonra bir parça hava almak için dışarı çıkar.
Döndüğünde annesi biraz daha ağırlaşmıştır. Komşular gözyaşları ile odayı doldurur, oğul rahibe ve doktora haber gönderir.
Fedakar annenin hayatı, profesyonel oğulun duygusuz dünyası altında ezilip ziyan olmuştur.
Meraklısı için notlar/sorular...
1- Diyorsunuz ki, yazar burada ne demek istiyor?
Yazarın ne demek istediği değil, sizin bu hikâyeyi nereden okuduğunuz önemli. Hikâyeler ancak akleden kalp ile okuyanlara peçelerini açar.
2- Ekranlardan akan “toksik ebeveyn” izleğinin ruhunuzda açtığı hasara dair bir yüzleşme penceresi açıldı mı zihninizde?
3- Niçin bütün “yanlış” ebeveynler gözümüzün içine sokuluyor, hatta “doğru” ebeveyn yok da “hayırsız evlat” hikayelerine kapalı kulaklarımız?