Askerî ve sivil faşizmin ilk hedefi her zaman düşünce ve ifade özgürlükleridir… 12 Eylül de yazan ve düşünen herkesin canına okudu.
Birkaç hafta önce basın tarihinde 12 Eylül dönemine giriş yapan “Kanlı bir el” başlıklı yazımın sonlarına doğru şöyle diyordum:
“Kanlı el insanlara kıya kıya ülkeyi öyle yaşanmaz bir hale getirdi ki 12 Eylül rejimini kurtarıcı gibi sundu. 12 Eylül rejimi de zulmederek ve topluma büyük acılar yaşatarak kendi düzenini kurdu.”
***
Türkiye’nin bu planlanmış acıları yaşamasının nedeni neydi, o da yazıda kısaca belirtilmişti:
12 Eylül 1980 darbesinden sonra NATO Başkomutanı General Rogers bir ay içinde Ankara'yı dört kez ziyaret etti.
Kenan Evren ile General Rogers arasındaki ‘asker sözüne’ dayalı anlaşma gereği Yunanistan’ın NATO’nun askerî kanadına dönüşü sağlandı.
Evren’in ‘tek başına’ onayıyla darbeden beş hafta sonra NATO’ya döner. Aradaki sorunları lehe çözecek olan en büyük ve değerli koz da yüce divanlık bir suç işlenerek yitirildi. Parlamenter demokrasinin yok edildiği, karar mekanizmalarının eridiği, tek adam teslimiyetçiliğinin ağır faturalarından biri yaşandı. Olan soğukkanlı bir şekilde kıyılan insanlarımıza oldu.
***
Darbe olduğu sırada, Kasım 1979’da MHP ve MSP’nin dışarıdan desteğiyle kurulan 6. Demirel hükümeti iktidardaydı.
Darbelerin hep Demirel’i bulmasının nedenleri her zaman iç politikada aranır. Demirel’in dış politikasına fazla projektör yakılmaz.
Oysa Demirel Sovyetler’e en yakın dış politikayı izleyen siyasetçiydi. Darbelerin Ekonomisi kitabını yazarken de bunu bir kez daha gördüm. İsmail Cem de, 12 Mart adlı kitabının ilk cildinde, Demirel’in dış politikasını bu gözlükle de inceler.
***
12 Eylül’de de darbe nedeni olarak hep kanlı bir elin planladığı cinayetler ve Erbakan’ın Konya mitingi gösterilir:
12 Eylül 1980 askerî darbesinin gerekçeleri arasında ülkede yaygınlaşan siyasi cinayetler ve 6 Eylül günü Konya'da Necmettin Erbakan önderliğinde yapılan ve darbe liderlerinin şeriat amaçlı bir kalkışma girişimi olarak nitelediği Kudüs Mitingi gösterildi. Konya mitingi olarak da bilinen bu mitingde topluluk İstiklal Marşı sırasında yerlere oturmuş ve İstiklal Marşı'nı yuhalamıştır. Miting sırasında sürekli şeriat çağrısı yapılmış, devlet protesto edilmiştir.
***
Halbuki bu zaman diliminin analizini dış politika açısından yaparsanız, dönemin dışişleri bakanı Hayrettin Erkmen’in azınlık koalisyonunu dışardan destekleyen MSP’nin girişimi sonucu gensoruyla düşürülmesi fazlasıyla önemlidir:
12 Eylül darbesi öncesinde, 1979'da Süleyman Demirel'in başkanlığında kurulan AP azınlık hükümetinde dışişleri bakanlığına getirildi. Yunanistan'a karşı uyguladığı yumuşak politikalar yüzünden eleştiriler aldı. 5 Eylül 1980'de hakkında millî menfaatlere aykırı politika izlediği, Avrupa Ekonomik Topluluğu'na girmeye teşebbüs ettiği, İslam dünyasına karşı Batı yanlısı politika takip ettiği gerekçesiyle, Millî Selamet Partisi (MSP) tarafından TBMM'ye verilen ve Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) tarafından desteklenen gensoru önergesinin 231 oyla kabul edilmesi sonucunda Türk siyasi hayatında gensoru ile düşürülen ilk bakan oldu.
***
Hayrettin Erkmen için Ekşi Sözlük’de bu bağlamda önemsenmesi gereken bir anlatıma rastladım:
Kendisine karşı verilen gensorunun kısımları kabaca şöyledir;
Avrupa Topluluğu'na girmeye teşebbüs,
Yunanistan'a taviz vermek,
Batı Trakya'yı ihmal,
İran'a karşı Batı'yı desteklemek,
Afganistan konusunda aktif olmamak,
İslam Konferansı Örgütü'nü hafife almak,
İsrail ile ilişkileri geliştirmeye çalışmak,
Müslüman ülkelerin İsrail'i protesto etmek için düzenledikleri Amman zirvesine gitmemek,
İsrail'in Kudüs'ü başkent ilan etmesini seyredip Yahudilerle ilişkileri artırmak ve İslam âlemini ötelemek.
Verilen gensoru direkt olarak dışişleri bakanına yönelik olduğu için o dönemki hükümetin başı “Muhteşem Süleyman”, Hayrettin Erkmen'i umursamamıştır bile. Adalet Partisi milletvekilleri oylamalara katılmayacak kadar yüzsüzdürler.
Erkmen kürsüden, izlediği politikanın Atatürk'ün çizdiği yol, Cumhuriyet'in dış politikası olduğunu ve kendi şahsi politikasını yansıtamayacağını defalarca söylemiştir.
3 Eylül 1980'de gensoru görüşmeleri başlar, MSP yine güvensizlik önergesi verir ve 5 Eylül 1980'deki oylamayla Erkmen düşürülür. 231 evet, 2 hayır, 209 çekimser oy çıkar.
1961 Anayasası'nın 89. maddesi gereği 6 Eylül 1980'de Erkmen istifa eder. Ordunun sinirleri daha da bozulmuştur. Aylardır seçilemeyen cumhurbaşkanının üzerine Dışişleri Bakanı’nın düşürülmesi iyice canlarını sıkar.
Erkmen'in istifası sonrası aynı gün Erbakan, Konya'da bir gösteri düzenler ve bu ordu için bardağı taşıran son damla olur. Atılan sloganlar şeriat taraftarıdır ve ordu daha fazla seyirci kalmamaya karar verir, altı gün sonra da yönetime el koyar.
***
Tabii bir de 1980’li yılların uluslararası ekonomik sisteminin hat değiştirmesinin ağır çalkantısı vardı.
Dünya, sanayi döneminden sanayi sonrası döneme geçme krizini çok ağır yaşamış, ithal ikame dönemi bitmiş, dışa açık büyüme dönemi başlamıştı. İç talep ve sosyal hakların budandığı bir dönemdi. Dünya ekonomik sisteminin yenilenmek için taleplerinin demokratik bir yapıda karşılanması mümkün olmayınca, baskı rejimi tercih edildi.
Kısacası bir yandan dış politika, diğer yandan uluslararası ekonomik sistemin talepleri ve buna karşı akılcı ve demokratik çözümler üretemeyen, karanlık ellerin oyuncağı olmuş bir siyaset kurumu söz konusuydu.
Bunlar Türkiye’yi ağır ve kanlı bir fatura ödeten 12 Eylül’e hazırladı.
***
12 Eylül darbesi, dönem şartlarının dış taleplerine uygun bir vahşetle solun üzerinden tank gibi geçti.
Ve vicdanlardaki izi hiç silinmeyecek korkunç cinayetler işledi. Çok ağır bir bilanço bıraktı.
Örneğin 12 Eylül, bomboş bir dosyayla kemik yaşını büyüterek henüz 18 yaşını doldurmamış Erdal Eren’i gözünü kırpmadan asarak idam etti…
***
Askerî ve sivil faşizmin ilk hedefi her zaman düşünce ve ifade özgürlükleridir, bunu hep yaşıyoruz.
12 Eylül de, basının ve gazetecilerin, yazan ve düşünen herkesin canına okudu.
Şimdilerde anayasayı yok sayan gayrımeşru uygulamalardan dolayı 12 Eylül Anayasası’nı arar hâle gelmiş olsak da anayasal özgürlükler bir önceki döneme göre o anayasayla da iyice budandı.
Hepsini bütün ayrıntılarıyla göreceğiz.
***
Ne gariptir ki “yetmez ama evet” tartışmasına iştahlı duran bir kesim, daha önceleri atılan onca “demokrasi” nutkuna rağmen Anayasası ve 600 yasasıyla 12 Eylül hukukunun neden kırk yıl boyunca “sivil” siyaseti rahatsız etmediğini aynı iştahla tartışmaz.
***
Bugün ise demokrasi gibi, lafı da tümden kayboldu.
Demokrasi sözcüğü sakıncalılar listesine girdi. Duyulmaz oldu.
Neden mi?
Çünkü siyasetin “rejim” olarak koruduğu “12 Eylül Hukuku” yeni faşizmlere yataklık etti.
P24 Blog