Ev ekmeği

Üç çeşit fırın vardı o zamanlar Diyarbekir’de: Bazıları, sadece ev ekmeği pişirirdi. Bazıları sadece “çarşı ekmeği” yapardı

Ev ekmeği

Üç yengem vardı benim ve başlarında çelik iradesiyle annem. Üç katlı bir evde dört aile beraber yaşardık ve haliyle evin tonla işi olurdu. Evin erkekleri sabahın ilk ışıklarıyla kısmetlerinin peşine düşer, evi çekip çevirmek kadınlara kalırdı. Evin bütün yükünü onlar omuzlardı.

Okula giden ablam elbet elinden geleni yapardı ama ev işlerinde başrollerden birinde değildi. Annem ise ilk gelinini aldıktan sonra evin içinden elini eteğini çekti ve sadece alış-veriş gibi dışarı işlerini üstlenmeye başladı. Oğlanlar peşi sıra evlenip gelin sayısı üçü bulduğunda, evi katı bir disipline koymak şart olmuştu. Hem gelinlerin hakları birbirine geçmemeli hem de evin işlerinde bir aksamaya müsaade edilmemeli, çark muntazam dönmeliydi.

Her bir gelinin görev alanı belliydi. Mesela biri mutfağa girdiyse biri temizliği yüklenir, biri de yıkama ve sair işleri üstüne alırdı. Ve bu görevler her gün gelinler arasında değişir, böylece herkes sırasıyla her işi yapmış olurdu.

 

Her bir işin kendine göre ağırlığı vardı muhakkak ama en zahmetlisi mutfaktı. Çünkü aile kalabalıktı. Misafirler eksik olmuyordu. Gelen gidenin haddi hesabı yoktu. Dolayısıyla mutfak 24 saat işler haldeydi; sabah dinç bir şekilde mutfak kapısından içeri giren gelin, gün boyu mutfakta dört döner, arı gibi çalışır ve gecenin geç bir vaktinde pert bir halde kendini odasına zor atardı.

“Pasta gibi bir ekmek”

Mutfakla vazifeli olan yengemin bir işi de “ev ekmeği” için hamur yoğurmaktı. Anlatacağım onu ama öncelikli şu “ev ekmeği” hususunu izah etmem lazım. “Ev ekmeği” denildiğinde akla, pandemi döneminde pek bir moda olan “Aman ekmeğimizi evde yapalım, fit kalalım, sağlıklı beslenelim” tarzı artistik ve geçici bir heves gelmesin!

Ev ekmeği (nanê malê) bizim çocukluğumuzun zorunlu ve daimi bir ihtiyacıydı. Ailelerin üye sayısı fazla, giderleri çok, gelirleri sınırlıydı. Ekmek en temel ihtiyaçtı ve canı çektiğinde fırına gidip istediği kadar taze ekmek almak çok az kişinin sahip olduğu bir imtiyazdı. O ağır mali külfetin altında ezilmemek için hemen herkes bir çuval ununu alır, ekmeğini kendi hazırlardı.

Tabii işin bir de kültürel tarafı vardı. Nihayetinde kadın dediğin, sabah erkenden kalkacak, hamurunu hazırlayacak, fırına gönderecek, vaktinde ekmeğini sofraya koyacaktı. Hamurun ekşimesi veya cıvık kalması eksi puan yazardı. Hamur mayasını tutmalı, kıvamını bulmalıydı; öyle ki fırından “pasta gibi bir ekmek” çıkmalıydı. Hamur yoğuramayan, ekmek yapamayan kadın mı olurdu Allah aşkına? Daha neler! Velhasıl gözde bir dedikodu malzemesiydi bu hamur meselesi. Mahallenin kaynanalarının birbirlerinin gelinlerini hamur işlerinden ötürü övdüğü ya da yerdiği hararetli muhabbetlere çok tanıklık etmişimdir.

Her neyse, biz tekrar mutfağımıza dönelim. Mutfak sırası gelen yengem sabah ezanıyla kalkar, namazını kılar ve ardından ilk iş olarak hamur leğeninin üzerine otururdu. Leğenin boyutu, ailenin büyüklüğüne bağlı olarak değişirdi ve bizimki -doğal olarak- büyük bir leğendi. Yengem, evin iki günlük ekmek ihtiyacını karşılayacak kadar hamur yoğurur ve mayalanmaya bırakırdı. Eğer hamurun mayalanması, abilerin sabah evden çıkış saatlerine denk düşmüşse, onlardan biri alır hamuru fırına bırakırdı, yoksa iş anneme kalırdı. Sonra leğenin altından kalkacak yaşa geldiğimizde vazifeyi ben ve küçük kardeşim Aziz devraldık. Evin ekmeği artık bizden sorulurdu!

“Çarşı ekmeği”

Herkesin leğeni belliydi. Hamurun üzeri işlemeli örtülerle örtülür, leğen fırına götürülür ve pişirilme sırasına konurdu. Şüphesiz bazen sıralar karışır, sinirli birinin aleyhine gelişmişse bu durum, fırında arıza çıkardı. Bazen de acil bir durum (misafir gelecek, çocuk evde rahat durmuyor, vs.) nedeniyle komşuların öne geçmesine onay verilirdi.

Üç çeşit fırın vardı o zamanlar Diyarbekir’de: Bazıları, sadece ev ekmeği pişirirdi. Bazıları sadece “çarşı ekmeği” yapardı. Fırından aldığımız, hamuru bizim mamulümüz olmayan ekmeğe “çarşı ekmeği” derdik biz. Ve bazıları da hem ev ekmeği hem de çarşı ekmeği çıkarırdı.

Bizim Şemdin’in fırını, sadece ev ekmeğiyle meşguldü. Hamurunu götürür ona teslim ederdin, o da hamuru sıraya koyar, o günkü yoğunluğuna göre sana ekmeğin çıkacağı tahmini bir saat söyler ve seni eve gönderirdi. Fırından çıkan ekmekler leğenine konur, örtüsü sarılır ve bir köşeye alınırdı. Sen de vakit gelip fırına vardığında hemen o köşeye göz gezdirir, örtünden leğenini tanırdın. Eğer ekmeğin henüz çıkmamışsa bir taraftan senin gibi sıra bekleyen arkadaşlarınla sohbet eder diğer taraftan da kadınların çekiştirmelerine kulak kesilirdin. Ekmeğin çıkmışsa zaten, oh mis, güle oynaya eve yollanırdın.

Göz hakkı

Başında ekmek leğeni fırından eve gelmenin de kendi başına bir ritüeli vardı. Bir kere o ekmekte herkesin göz hakkı, esnafın ise anayasal hakkı vardı! O nedenle annelerimiz, yengelerimiz, ablalarımız sokakta karşılaştığımız herkese mutlaka ikramda bulunmamız gerektiğine dair bizi sıkı sıkıya tembih ederlerdi. Sokaktan pek yabancı geçmez zaten, hepimiz birbirimizi biliriz, ekmek almaları için ısrar ettiklerimiz ya bizi kırmamak için küçük bir parça koparır ya da yanağımızı okşayıp gönderirlerdi.

Keza mahalledeki hasta, yaşlı, kimsesiz ve ekonomik olarak daha zor durumda olan komşuların da ekmek üzerinde mutlak hakkı vardı. Ekmeği eve getirdikten sonra annem hemen, dağıtılması gereken ekmekleri bize dağıttırır ve ekmek o işlem bittikten yenmeye başlardı. Asla ihmal edilmemesi gereken bir vazifeydi bu, halen de ihmal edemeyiz. Zira annem bugün bile her ekmek aldığımızda bize “Te nan derxist? (Ekmek çıkardın mı?)” diye sorar. Eski formunda olmasa da eli hâlâ ağırdır; zılgıtını yememek için mutlaka askıya ekmek koyarız.

Acelesi olan çocuklardık; öyle oturup adamakıllı uzun uzadıya kahvaltı edecek, yemek yiyecek vaktimiz yoktu. Dışarıda her zaman bekleyen arkadaşlar, oynanması gereken oyunlar olurdu. Mümkün mertebe evden çabuk tüymek lazımdı. Sıcakken müthiş olan ev ekmeği de bizim kurtarıcımızdı. Çünkü kahvaltı için üzerine sıra yağ çekilen ekmek kâfi olurdu. Keza yine ekmeğin üzerine serilen salça ve ekilen pul biber, değme öğle yemeğinin yerini tutardı. Yeter ki sokaktan ayağımız kesilmesin! 

Cennet taamı

Çarşı ekmeği ile ilişkimiz ise sınırlıydı. Ya hesap şaşıp ev ekmeği yetmez olduğunda takviye niyetine alınırdı ya da eve “şehirli”, “tango” (!) bir misafir geldiğinde. Dışarıdan gelen ve az olan her şey gibi, çocukların gözünde çarşı ekmeğinin de yeri ayrıydı. Onu daha bir severdik, ağzımıza daha bir yakıştırırdık. Büyükler bilirdi bunu, dolayısıyla çarşı ekmeği bir vesileyle eve uğradığında onu önce bizim önümüze koyarlardı.

Hakkını teslim etmem gerek, söylemesem ayıp olur, arada kaynamasın: Hakikaten, üstünden duman çıkan taze ve sıcak bir Diyarbekir ekmeğinin yerini hiçbir şey tutamaz; cennet taamı gibidir. O sebeple bir Diyarbekirliden ekmekle irtibatını azaltması isteyenler, imkânsıza yakın bir talepte bulunduklarının farkında olmalılar.

Bir gün enine boyuna konuşuruz inşallah.