Bu bir ‘son yazı’… Bir süredir yapmakta olduğum analizi tamamlayan ve ona biraz dışarıdan bakma fırsatı tanıyan bir yazı… Açıkçası Türkiye’nin içinden geçtiği dönem ve onun arka planı ile ilgili şu an için başka söyleyecek lafımın kalmadığını düşünüyorum.
Çocukluğumdan bu yana Türk kimliği ve genelde Türkiye ile ilgili olarak ikiye bölünmüş bir ruh hali içinde oldum. Bir yandan en iyi arkadaşlarım Türklerdi, ortak bir kültürün içinde yetişmiştim ve Türkiye’nin başarılı olmasını istiyordum; ancak diğer yandan (halk ve yönetim olarak) Türklerin anlayışsızlığına ve isteyerek cahil kalma eğilimine tanık oldukça kendimi uzak hissediyor, bu ruh hali içindeyken Türkiye’nin başarısızlığını hak edilen bir ceza olarak görüyordum.
Zaman içinde bu ikili duygumun salt bana özgü olmadığını ve aslında bir ‘azınlık hali’ olduğunu düşünmeye başladım. Daha sonraları bu gelgitli halin Kürtlerde de aynen yaşandığına tanık oldum.
Türk olmayanların büyük çoğunluğu Türkiye’ye bakarken Türklere kıyasla daha mesafeli, gerçekçi ve nesnel olabiliyorlar. Tarihten ‘korkmamak’ insanları bütüncül bakmaya ve aynı zamanda anlayışlı olmaya sevk edebiliyor.
Oysa Türk kimliğini taşıyanlar geçmişe, ülkelerine ve kimliklerine mesafe almakta zorlanıyor. En serinkanlı olanlar bile bu hikâyede kendisini rencide eden yönler olduğunu görüyor ve görmezlikten gelmeyi tercih edebiliyor.
Genelleme tabii ki doğru olmaz. Nitekim bazı Türk bilim insanları olmasaydı, belki ben de bugünkü görüşlerime sahip olmayacaktım. Ama herhalde şunu güvenerek söyleyebiliriz: Türk olmayanların muhtemelen asgari yüzde sekseninin kolayca anlayabildiği gerçekler, Türklerin muhtemelen asgari yüzde sekseni için anlaşılması zor ve hatta anlaşılmak istenmeyen olgular.
Bu farklılığı sürekli yaşamak ve Türk toplumunun anlama bariyerlerine çarpıp durmak bir noktadan sonra gayreti anlamsız kılıyor. Dolayısıyla bir süreliğine yazmaya ara vermek ve ‘dizinin’ bu son yazısını bir Kürdün anlama becerisine tahsis etmek gayet uygun gözüküyor.
Hamit Bozarslan Fransa’da yaşamakta olan bir Kürt entelektüeli ve bilim insanı. Duvar Gazetesi için söyleşiler yapan İrfan Aktan 5 Haziran’da onu konuk etmişti. Bozarslan’ın tahlilleri eğitimli ve derinlikli bir bakışı yansıtıyor… Ama şundan emin olabilirsiniz: Onun bu anlattıklarını aynı kelimelerle ifade edemeseler de hemen hemen bütün Kürtler anlıyor ve biliyor… Aynen Ermeniler gibi.
Söyleşideki gözlemlerden önemsediklerimi üç maddede topladım. Bunlardan birinde Bozarslan ile tam olarak aynı düşünmüyorum. Ancak diğer ikisinde ekleyecek çok az şeyim var…
Önce aynı görüşte olmadığım konuyu ele alalım… Bozarslan Türkiye’de “çürümüş, kokmaya başlayan, ölü ama öldüğünü bilmeyen, hatta öldüğü bilinmeyen ve varlığını sürdüren bir iktidar” olduğu tespitini yaptıktan sonra “Türkiye’de en azından legal, rasyonel boyutta bir devlet yok. Hatta bildik anlamda bir rejimden söz etmek zor” diyor. “Toplumun akli melekelerini imha etmiş olan rejimin kendisinin de rasyonaliteyi kaybetmiş olduğunu” söylüyor.
Daha sonrasında bu analizi şöyle açıyor: “Maddi imkânlar arttıkça, rasyonel devletin oluşma imkânları da azalıyor… Hem maddi hem de sembolik kaynakların artması, kesifleşmesi, bu kaynaklara talip olan aktörlerin artması anlamına geliyor. Bu aktörler aynı zamanda paramiliter veya para-ekonomik bir yapıya sahip oldukları için devletin rasyonelleştirilmesi neredeyse imkânsız hale geliyor.”
Kaynakların artması ile bütüncül bir rasyonaliteden ziyade oportünist zihniyetin ve ganimet kültürünün geliştiği konusunda farklı düşünmüyorum. Ne var ki sözü edilen bu (modernist) rasyonalite kaybını halk olarak pek de yadırgadığımız söylenemez. Bu yönde gerçek bir toplumsal veya siyasal talep gözükmüyor. Buna karşılık rasyonaliteden uzaklaşma ‘görünümünü’ siyasallaştırıyoruz ve bu da hükümet kanadındaki ‘yürütme becerisi zaaflarından’ ve ‘ataerkil rehberlik tahayyülünün’ ürettiği çapsızlıklardan besleniyor. Öyle ki bu son iki unsur olmasaydı, bugün devlette herhangi bir rasyonellik zaafı görür müydük, doğrusu emin değilim.
Öte yandan bu görünümün ardında devletin (parçalı bir yapı halinde olsa da) aktörleşmiş olduğunu ve ideolojik açıdan ülkenin geleceği üzerinde tahakküm kurma peşinde farklı bir rasyonalite ürettiğini görmekte yarar var. Nitekim devlet bu farklı rasyonalite uğruna modernist rasyonaliteden uzaklaşmanın bedelini ödemeye hazır olduğunu her fırsatta topluma bildiriyor.
Modernliğin kendi içinde sorun yaşadığı ve aynı zamanda küreselleşme dinamiği içinde olan bir dünyada çeper ülkelerin potansiyel işlev ve öneminin artmasına tanık oluyoruz. Türkiye de bu dönemden avantajlı çıkmaya aday. Ne var ki bu aynı zamanda belirsizlik ortamı demek ve güçlü devlet iradesine davet çıkarıyor. Böyle bir tarihsel momentte Türkiye’nin en azından toplumun çoğunluğunu kuşatacak ve taşıyacak bir ideolojiye ihtiyacı var. Ancak ne Kemalizm’in ne de muhafazakarlığın bunu beceremeyeceği belli… Açıkça itiraf edilemese de son yüzyıl ideolojik açıdan bir iflas tablosu ortaya koyuyor. Dolayısıyla devlet rasyonalitesi Cumhuriyet’in öncesine giderek, bugüne benzeyen bir ortamda neşet eden İttihatçılığı ihya etmenin peşine düşüyor.
2016 yılı, Erdoğan’ın parti içi tasfiyesi, Gülenci darbe girişimi ve MHP tarafından ‘sunulan’ cumhurbaşkanlığı sistemi ile, bu rasyonalitenin konjonktürel zeminini oluşturuyor. Anlatılan hikâye dünyanın tam da şu günlerde yeniden kurulduğu ve Türkiye’nin bu dinamiği yönetecek güçlü ve ‘bilinçli’ bir yönetime muhtaç olduğudur.
İttihatçılık büyük endişelerin büyük ihtiraslarla birleşmesi… Belirli bir psikolojiye dayanıyor ve bu psikoloji laik/dindar ayırt etmiyor. İnşa edici öğelerine bakarsak bir, kuşatılmışlık duygusu, bölünme ve yok olma korkusu, kısacası beka meselesinin bilinçdışına yerleşmiş tortuları; iki, yalnızlık, tek başınalık hissi ve ontolojik açıdan ‘benzersiz olma’ arayışı; üç, tarihsel ve kültürel olarak başkalarından ‘ille de’ farklı olma isteği ve buna bağlı olarak haklı, mağdur ve gururlu olma ihtiyacı; dört, kendi kaderine hükmetme ve bunu gerçekleştirecek rehber arayışı; beş, büyüklük duygusu, yayılmacı hayaller ve bunların taşıyıcısı olan ‘devlet ve millet’in parçası olarak avunma.
İçinden geçtiğimiz ‘zımni hüsran ve bozgun’ döneminin, küresel belirsizlikle birleştiği ölçüde bu psikolojiye davet çıkardığını ve bu zeminde devlet ile toplumun birbirinden pek de uzak olmadığını düşünüyorum. Osmanlı’nın eksiği yeterince milli, Kemalizm’in eksiği ise yeterince yerli olmamasıydı. Oysa İttihatçılık yerli ve milli… Zamanından önce hayata gelmiş bir sentez gibi.
Bugün iktidar toplumsal bütünlüğün devlet etrafında yeni bir millileşme ile mümkün olabileceğine inanıyor ve gereğini yapıyor. Milletin rehber üzerinden devletle organik bütünleşmesi yönünde yeni bir söylem geliştiriliyor. ‘Bize’ yakışanın demokrasinin de yerli ve millisi olduğu ima ediliyor.
Dolayısıyla ortada bir rasyonellik var. Günün koşullarında İttihatçılığa dönüşün hem ‘bağımsızlık’ hayalini, hem de Türkiye’nin salt Türk kimliğine ait olma hedefini gerçekleştireceği öngörülüyor.
Sonuçta adım adım yerliliğin millileşmesine tanık oluyoruz. İktidar Türkleri devletin ötesinde bir milliliğin olamayacağına, devletin ötesinde bir Türk kimliğinin de yaşayamayacağına ikna olmaya hazırlıyor…
Türklerin devlet gözlüğüyle gerçekliğe bakması, böylece bilinçli hale gelmesi öneriliyor ama gerçekte devlet körlük üretiyor. Nitekim Kürtler ve Ermenilerin avantajı da bu. Onlar bu devleti Türklerden daha iyi tanıyor. Salt kendilerine yapılanlardan ötürü değil… Devletin bizatihi ‘karakterini’ kavradıkları için.
Bozarslan ile ayrı düştüğüm nüans bu… Sonrasında söz ona ait ve ilk gözlem eşkıya kültürüne ve vatandaşlığa ilişkin…
“İhanet etmiş babaya’, -ki bu, başkalarını da döven bir baba- eril bir söylemle isyan eden oğulun kahraman olarak görülmesi geleneği Osmanlı’da zaten vardı… Bunların çok büyük bir kısmı halkla teması olan, halk direnişini temsil eden kişiler değildi… Sultanla, tiranla, diktatörle paktın bozulması nedeniyle, ama halk direnişiyle alakasız biçimde karşı çıkan birine yönelik sempati hem tehlikelidir hem de bir muhalefetin oluşmadığının, egemen karşısındaki güçsüzlüğün göstergesidir.”
“… İktidar sanki halkın değil ‘başkalarının’ sorunuymuş gibi görülüyor. Sanki bu iktidara yönelik direnişi de ‘başkaları’ üstlenmeliymiş gibi bakılıyor. Yani Türkiye toplumunda bu olanlara karşı bir sorumsuzlaşma söz konusu. Bu açıdan Türkiye toplumu reayalaşıyor. Reaya iktidarın işine karışmaz, iktidara soyunmaz, ata binmez ve kılıç kuşanmaz. Bu, İslâm felsefesinde çok açıkça dile getirilen bir olgudur ve Osmanlı’nın siyasal kültürü de reayalaşmaya dayanıyordu. Reayanın korunma hakkı var ama hak talep etme hakkı yoktur…”
“Oysa hak talep etme hakkı aynı zamanda hukuku yapma, düzenleme, değiştirme hakkıdır. Bir birey olarak özne olma hakkıdır. Eğer bu haktan muaf tutulmuşsanız, sizi bu haktan mahrum bırakanla karşı karşıya gelemeyince, onu bir başkasının yaptıklarına müstahak görmekle yetinirsiniz.”
Basit şekilde söylersek Türkiye’de özgürleşme esas olarak devlete mesafe alma, psikolojik olarak devletten bağımsızlaşma meselesi… Nitekim günümüz İttihatçılığı bunun tam tersini vazediyor. İnsanları devletin parçası, uzantısı kılmayı, onları ilelebet esir tutmayı ve özgürlüklerinin ancak bu şekilde tecelli edeceğine inandırmayı amaçlıyor.
Bozarslan’dan alıntılayacağım diğer tespit ise bu ülkenin tarihsel akışının nesnel bir fotoğrafı…
“Ortada 100-150 yıllık bir hikâye var… Bu süreç boyunca devletin legal, rasyonel bir yapı olarak ortaya çıkışı son derece istisnaidir. Belki burada Kemalizm bir istisna olarak gösterilebilir. Kemalizm’i de istisna yapan şey, on yıllık savaşın yarattığı ağır bedel nedeniyle rasyonelleşmenin kaçınılmaz olması ve Mustafa Kemal’in Talat Paşa ekibini tümüyle entegre etmesiydi. Mustafa Kemal, Enver’in adamlarının büyük bir kısmını tasfiye etti ama buna karşın Ermeni Soykırımı’nı yapan devlet bürokratlarının çok büyük kısmını da olduğu gibi devlete entegre etti… Kemalizm’in rasyonelleşme dönemi aynı zamanda İttihatçıların Sosyal Darwinist, organik toplum hayalinin gerçekleşmesi anlamına geliyordu.”
“Kemalizm’in iki dünya savaşı arasında totaliter ya da pre-totaliter ideolojilerden biri olduğunu, o dönemde parti-devlet sistemiyle karşı karşıya kaldığımızı, ‘milli-ebedi şef’ olgusunun bu dönemde ortaya çıktığını, altı ok olgusunu unutmayalım. Mustafa Kemal’in tahayyülü demokratik bir Türkiye değildi. O 20. yüzyılın anti-demokratik olacağını, bunun da faşizm, Bolşevizm ve Kemalizm ideolojilerine dayanacağını düşünüyordu.”
“Türkiye’nin vazgeçmediği ve sürekli tekrarladığı soru şu: ‘Türkiye nasıl kurtuldu?’ Oysa demokratik bir siyasetin soracağı soru şudur: ‘Türkiye nasıl kuruldu?’ Ermeni Soykırımı’nın, Rum Mübadelesi’nin, Dersim Katliamı’nın ve daha nicelerinin üzerine kuruldu… Türkiye’nin demokratikleşebilmesi için gerçekten radikal bir demokratik tahayyüle ihtiyaç var ve bu da geçmişin radikal sorgulanışı olmadan mümkün değil. Akli melekelerin restorasyonuna ihtiyaç var Türkiye’de.”
Nihayet “Türkiye’deki iktidarın kendi kendini imha etme potansiyeli de var. Fakat… Erdoğanizm’in hem kendisini imha etmesi hem de alternatiflerini anlamsızlaştırması, içlerini boşaltması, alternatifsizliği iktidarının devamlılığı için kullanması ihtimal dışı değil.”
Bu uyarıcı söyleşi, bir süredir yazmakta olduğum analizlere çok yakın olduğu ölçüde bendeki ‘yeterlilik’ duygusunu tamamlayıcı bir işlev gördü. Böylesine kritik bir dönemden geçerken ve resim böylesine berrak bir şekilde karşımızda dururken, Türk kimliğine sahip aydınların ve genelde siyasetin sergilediği atalet biraz daha rahatsız edici hale geldi.
Vatandaşlık sorumluluk talep eder ve bu da kendi kimliğine, geçmişine, üretmiş olduğun kültüre ve dayandığın zihniyete serinkanlı bakmayı gerektirir. Açıkçası Türklerin büyük çoğunluğunu bu halde görmek biz Türk olmayanları enerjisiz bırakıyor ve kendi dünyalarımıza dönmeye itiyor. Ermeniler artık konu değil… Ama Kürtler bu açıdan çok kritik. Eğer Türkler kendi sorumluluklarını sahiplenmezler ve birlikte yaşamayı Kürtlerin basiretinden beklerlerse, tarihin sayfalarına hatırlanmak istenmeyecek yeni bölümler eklenebilir.