Müslüman dünya için İmam Maturidi ile İmam Eş’arî arasında özde bir fark yoktur. İkisi de İslam düşünce ve medeniyetinin yetiştirdiği, işlerini büyük bir samimiyetle yapan, Kur’an ve Sünnet çizgisini temel alan saygıdeğer alimlerdir. Osmanlı’da Maturidiliğin etkili olmamış olduğunu, dolayısıyla bugün Türk Müslümanlığı diye ayrı bir kimlik inşasında hiçbir rolü olmadığını söylemek Maturidi veya Eş’arî’nin ilmi kalitesi hakkında bir şey söylemek değil. Hadi zatında Eş’arîliği eleştiren bazı çevrelerin baz aldıkları noktalar açısından ikisi arasında çok ciddi bir fark da yoktur. Nitekim ikisi de geleneksel olarak Ehl-i Sünnet çizgisinin itikat imamları olarak kabul görmüş isimlerdir. Burada ikisi arasında var olan fark veya ihtilaflarda kimin ne demiş olduğuna, dediklerini nasıl delillendirip temellendirmiş olduğuna dair konuyu erbabına bırakalım demiştik, öyle devam edelim.
Ama Osmanlı’daki Maturidi etkisi ile bugün ona atfedilen etki arasındaki münasebet yokluğunu tespit etmek gayet kolay. Öyle bir şey olmadığına göre bugün Türk Müslümanlığı diye yeni bir dini konfigürasyon yapıp bunu Maturidiliğe isnat etmenin tek kelimeyle Maturidiliğin yeni bir ideolojik arayış adına icadı anlamına geldiğini söylemiş oluyoruz. Haddi zatında İmam Maturidi’nin kendisi de böyle bir icattan beridir.
Böyle bir icat ihtiyacının ardında ise çok da gizli olmayan motivasyonlar vardır. Maturidilik vurgusunun bir amacı da ona atfedilen düşünce ve özellikler dolayısıyla, tersinden Eş’arîliğe geri kalmışlığımızın sorumluluğunu yükleme amacı taşıyan oryantalist veya self-oryantalist (kendi kültürüne oryantalistlerin gözüyle bakmak) tezlerin ateşine odun taşımak.
Malum bazı oryantalist veya self-oryantalist söylemlerin “İslam dünyasının geri kalmışlığı” sorusunda Eş’arî ahlakını sorumlu olarak gördüğü biliniyor. Bunun son derece galatı meşhur bir iddia olduğunu Türk Dininin Sosyolojik İmkanı: Alevilik ve İslam Protestanlığı isimli çalışmamızda ortaya koymuştuk (199-2011 arasında İletişim Yayınlarından çıkan kitabın yeni ve genişletilmiş baskısı Vadi Yayınları’ndan çıktı).
Eş’arîliği geri kalmışlığımızın sebebi olarak görenler onun özellikle cüz-i irade teorisine yüklenirler. Bir, sanki bu teori Maturidilikte özde çok farklıymış gibi. İki, sanki İslam’ın yükseliş zamanlarında birçok medeniyetin kuruluşuna, yükselişine ilham ve motivasyon verdiği dönemlerde irade ve kader anlayışı bundan farklıymış gibi. Üç, sanki Eş’arîliğin Avrupa’daki zıddı olan Protestanlığın irade ve kader anlayışı, diyelim ki, bizim Mutezile’ninkine çok daha benzermiş gibi.
Tabii ki, Allah’ın iradesi ve kulun iradesinin ilişkisini izah konusunda Eş’arî’nin yaklaşımı sanıldığından çok daha karmaşık, ama insanı karikatürize bir tevekküle sevk eden bir yaklaşıma indirgenemez. Bu konudaki yaklaşımı Maturidi’in yaklaşımıyla da çok kolay telif edilebilir durumda. Belki Mutezile ile daha büyük bir karşıtlık içinde görülebilir, ama kesinlikle Protestanlıktan çok daha insan iradesine yakın olduğunu söylememiz lazım.
Bir defa Batıda sözümona ilerlemenin ardındaki motivasyon olarak gösterilen Protestanlığın en önemli kollarından olan Kalvinizm inancının 5 temel esasına göre 1- Dünyayı yaratan ancak işlerinin insanın akıl erdiremeyeceği mutlak bir Tanrı vardır. 2- Her bireyin kurtuluşu ve helaki Tanrı tarafından önceden belirlenmiştir. Kişinin çabaları bu kaderi değiştirmeye yetmez. 3- Tanrı dünyayı kendi şanı için yaratmıştır. 4- İster kurtuluşa ersin isterse de helake uğramış olsun, kişinin dünyadaki ödevi, Tanrı’nın şanını yüceltecek işler yapmaktır. 5- İnsan için kurtuluş ancak Tanrı’nın merhametiyle mümkündür.
Bu anlayışta insan iradesi lehine Eş’arîliğin söylediğinden eksik çok ama fazla ne var?
Doğrusu, elbette Batı dünyası ile İslam dünyası arasındaki mevcut maddi gelişmişlik farkının din veya zihniyetle ilişkisinin hiç olmadığını söylemek, ayrı bir açmaza sürükler. Weberci Protestan tezini belki Protestanlığın rolünü Avrupa’da kapitalizmin gelişmesi sürecinde abartmış, hatta bu yolla Protestanlığı adeta icat veya inşa etmiş olarak eleştirsek bile onun zihniyet dünyaları ile sosyal eylem arasındaki ilişkiye dair yaklaşımlarının önemi gözardı edilemez. Dinin eylem için sağladığı veya sağlamadığı motivasyon her zaman için sosyolojik bir ilgi konusu olmaya devam edecektir. Ancak önemli olan kapitalizm, toplumsal kalkınma, modernleşme gibi karmakarışık olayları tek bir nedene indirgemekten de kaçınmaktır. Ki, bu noktada Weberci sosyoloji zaten sıradan sosyal olayları bile tek bir nedene bağlama konusunda sergilediği hassasiyetle temayüz etmiştir. Neticede ünlü İngiliz Antropolog Ernest Gellner’in Müslüman Toplum (Kabalcı Yayınevi) isimli eserinde ironik olarak vurguladığı gibi Müslümanlar Viyana’yı veya Poitiers’i kazanarak aşıp fetihlerine devam etmiş olsalar ve Avrupa’yı İslamlaştırmış olsalardı bugün muhtemelen Protestan Ahlakı ile Kapitalizmin Ruhu arasındaki ilişki yerine belki İbn Weber diye birinin Eş’arî Ahlakı ile Kapitalizmin Ruhu arasındaki ilişkiyi kuran çalışmalarına şahit olurduk. Böyle bir çalışmada Modern rasyonel ruhun ve onun ticari ve bürokratik örgütlenmedeki ifadesinin Kuzey Afrika’da nasıl da yalnızca on altıncı yüzyıl neo-harici sofuluğunun sonucunda doğabileceği kesin olarak ortaya konulurdu.
Dini anlayışlarla sosyolojik gelişmeler arasında bu tür korelasyonlar kurmakta o yüzden acele etmemek lazım. Hele belli bir dini yaklaşım bir kültürel-siyasi kimliğe dönüştürüldüğünde onun adına yapılan bu tür korelasyonların sosyolojik tespitler olmaktan çok bir propagandaya, bir dinin mücamelesine dönüştüğünü asla gözardı etmemek gerekiyor ki, Weber’in Protestan Ahlakı tezinin bile böyle bir işlevi, kendisi çok açıkça, göstere göstere yapmamışsa da, görmezden gelinemiyor.
Tam bu noktada Maturidiliğe bir de münhasıran ve özel vurguyla fazladan dinsel hoşgörü atfedenlerin, bu yolla başka dinsel anlayışlara karşı ürettikleri dinsel gurur ve üstünlükçü duyguların kimde nasıl bir hoşgörü bırakabileceğini kim görebilir?
Allah razı olsun, İmam Maturidi’yi bir nebze tanıyanlarınsa ondan asla böyle bir etnosentrizm çıkaramayacakları ayan beyan.