Cumhurbaşkanı Erdoğan, neredeyse beş yıldır duymadığımız iktisadi rasyonalizm çağrıştıran kavramlarla bir konuşma yaptı; döviz geriledi, TL dört günde yüzde 10 değer kazandı.
JP Morgan adlı yabancı kuruluş da TL hakkındaki derecelendirmesini yükseltti.
Halbuki biz yıllardan beri “dış güçler”in ekonomimize saldırdığını dinlemiştik!
Bu umutlanma, Lütfi Elvan ve Naci Ağbal’ın göreve gelmeleriyle başladı.
Erdoğan’ın bildik siyasi ve ideolojik söylem yerine rasyonel kavramlarla konuşmuş olması umutları arttırdı.
Erdoğan bu defa “faizi yükseltmek de vatana ihanettir” demedi. “Krizden çıkışın yolu, İslam ekonomisidir” gibi sözler etmedi.
Gerçi “faiz sebeptir, enflasyon sonuçtur” şeklindeki klişeyi tekrarladı fakat “faizleri en azından enflasyon seviyesinde tutma mecburiyeti”ni dile getirerek, klişede esaslı bir revizyon yaptı.
Öyle ya, “faizi en azından enflasyon seviyesinde tutma mecburiyeti” varsa, faizi aşağı çekerek enflasyonu indirmek mümkün değildir.
Şimdi piyasalardaki beklenti de 19 Kasım’daki Para Politika Kurulu’nda faizin ciddi surette artırılmasıdır. JP Morgan 19 Kasım’daki toplantıda Merkez Bankası’nın 500 baz puan faiz artışına gideceğini tahmin ediyor.
TL bu beklenti ile değer kazanıyor.
Ve bu defa Erdoğan, Merkez Bankası’nın faizi yükseltmesini engellemeyecek! Kendisi bunu “bu çerçevede atacakları her adımda kendilerinin yanında olduğumu özellikle belirtmek isterim” diyerek ifade etti.
Halbuki eskiden faizi enflasyonun üstünde tutarak TL’yi kurtarmaya çalışan Merkez Bankası başkanları ne hücumlara maruz kalmıştı!
Erdoğan’ın “acı da olsa doğru reçeteleri uygulayacağız” demesi bilhassa önemlidir. Bu ifade hem yanlış politikalar yüzünden ekonominin hasta olduğunun itirafıdır, hem artık “acı da olsa doğru politikalar” izleneceğini söyleyerek rasyonellik umudu yaratıyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan geçen şubatta “ekonomik tuzağı bozduk, ekonomimiz yeniden yükselişe geçti” diye müjdelemişti. (16 Şubat 2020)
İki ay önce “Türkiye şu an ekonomide pik yapıyor” diye konuşmuştu. (12 Eylül 2020)
Hatta üç gün önce, 10 Kasım konuşmasında “dünyanın ilk 10’una girmesini başaracağız” demişti.
Meğer ekonomimiz “acı reçete” gerektiren bir durumdaymış!
Belli ki o sözler siyasi propagandaydı.
Ekonomide sorunlar ortaya çıkarken zamanında tedbirler almak yerine siyasi propagandaya önem verilmiş, neticede milli gelirimiz erimiş, TL büyük değer kaybetmiştir.
Dövizi frenlemek için 120 milyar dolar boşu boşuna heba edilmiştir.
Artık yeni dönemde kemer sıkacağız ve yabancı sermaye getirmenin yolunu bulacağız. Erdoğan’ın deyişiyle:
“Enflasyona ve cari açığa yol açmayan, ağırlıklı olarak yurt içi tasarruflar ve doğrudan uluslararası yatırımlarla finanse edilen bir büyüme!”
Çok doğru, fakat acı bir reçete!
Hükümetinin hazırladığı 11. Kalkınma Planında büyümenin yüksek oranda tüketimden kaynaklandığı yazılıdır. (Paragraf 131.)
Borçlanarak tüketimi körükleyen iktidar seçimleri ve referandumu kazanmıştı ama artık mecburen tüketim kısılacak, tasarruflar artırılacak!
Ne kadar zor ve sıkıntılı belli.
Ve, “doğrudan yabancı sermaye yatırımları” getirecek; demek ki “küresel sermaye” artık düşman değil!
Güvensizlik yüzünden bir süredir gelmeyen yabancı sermaye şimdi nasıl getirilir?
Erdoğan şöyle diyor:
“Önümüzdeki dönemde ekonomi politikalarında güven ve kredibilite kazanımına daha fazla odaklanacak, ülke risk primini düşüreceğiz.”
Bunun yolu mesela Merkez Bankası’nın bağımsızlığıdır. İktidar KHK’larla kaldırdığı bağımsızlığı şimdi kanun çıkararak Merkez Bankası’na geri verir mi?
HSK’nın bağımsız olmasını kabul eder mi?
Bu yapısal reformları başlatmadan söz yeterli olur mu?
Erdoğan’ın başlangıçtaki reformist dile yeniden yönelmesi elbette iyidir; bunun etkileri de görülüyor zaten. Fakat Türkiye’nin düze çıkması ve kalkınmasını istikrara kavuşturması için olmazsa olmaz şart kurumlaşmadır.
Siyasette “şahıs”lar şöyle konuşur, böyle konuşur... İstikrar ve güven ise ancak kurumlaşma ile sağlanır.
Yetkileri tek elde toplayan “idare-i şahsiye”den, kuvvetler ayrığına dayalı bir kurallar ve kurumlar demokrasisine geçmek kısacası.
Bunun işaretleri henüz ortada yok.