Türkiye üzerinde yeni çalışmaya başladığım yıllar 2008’in başlarıydı. Tanıştığım her Türkiyeliye, “Türkiye’nin yakaladığı müthiş başarıyı” analiz ettirmeye gayret ediyordum.
Demokrasi, insan hakları, ekonomik atılım, AB sürecinde hızla alınan mesafe, Balkan insanının gözlerini kamaştırıyordu. İmrenerek bakıyorduk Türkiye’ye.
Ben de meseleyi tam çözümlememiş olsam bile, yaptığım bütün programlarda ve haberlerde; “gönüllü Türkiye lobicisi gibi” bu başarıları kendi halkımıza anlatmaya gayret ediyordum.
Ümit ediyordum; “bir gün gelir, biz küçük Balkan devletleri de Türkiye’nin tecrübelerinden yararlanır ve demokrat-kalkınmış bir ülke olabiliriz.”
Bölgede görev yapan Türkiyeli subayların söylediği bir söz takılmıştı kafama. Onlar farklı bakıyorlardı benim kurduğum hayallere. “Unutma diyorlardı, Türkiye’deki demokrasinin seviye ve kalitesini ordu belirler.”
Ben bunu anlamakta çok zorluk çekiyordum. Bizim Kosova’da ordumuz bile yoktu ki, bir de devlet idare etsin. Türkiye’nin büyük bir ordusu vardı.
Ben bunları henüz anlamaya çalışırken, Temmuz 2008 yılında Ergenekon diye bir dava ortaya çıktı ve bayağı yüksek rütbeli askerler tutuklanmaya başladı. İddia; “hükümeti devirmek için hazırlanmak” gibi bir şeydi. “2003-2004 yıllarında mevcut hükûmeti silah zoru ile devirip anti-demokratik yollarla devlet idaresini ele geçirmeyi planlamak” gibi iddialar vardı. Askerler, özel harpçiler, polis şefleri, politikacılar, iş adamları gibi karma bir yapı vardı ama ana gövde askerler idi. Politikacılardan da Perinçek dikkat çekiyordu. Ocak 2012’de de askerin en üst komutanı İlker Başbuğ da tutuklandı.
Bunlar yazımın konusu ile çok yakından ilintili değil. Araştırırsam sonra yazarım.
Bir notu ilave edelim. 27 Nisan 2007 “e-muhtırası” da verilmişti, AKP hükümetine.
Türkiye’de yaşayanlar elbette daha yakından takip etmişlerdir bütün bu olanları. Biz dışardan bakanlar için; “dindar-muhafazakar iktidar AK P’yi sindiremeyen, ağırlıklı olarak ordu mensuplarından oluşan bir grubun, iktidarı devirmek için hazırlık yaptıkları” görüntüsü veriyordu, olanlar.
Ordunun birçok defa darbe yapmış olması, dindar iktidarlardan hiç hoşlanmaması (rahmetli Erbakan’a yapılan 28 Şubat muamelesini de hatırlayın), kendini cumhuriyet rejiminin bekçisi olarak görmesi, üstelik AKP’ye “e-muhtıra” da vermiş olması, AKP’yi tedirgin ediyordu.
Ordunun NATO ordusu olması, Amerika ile sıkı ilişkileri sizi yanıltmasın. Ordu; kendilerinin Kemalizm dedikleri “hayat tarzını-anlayışı-rejimi” korumakla görevli hissediyordu kendisini. İç tehdit değerlendirmesinde “irtica” birinci sıradaydı, PKK’dan öndeydi.
2004 yılı yapılan güvenlik toplantısında, o zamanlar bu kurumda askerler çoğunluktaydı ve “Yurt içindeki ve yurt dışındaki Gülencilere karşı tedbir alınması” tavsiye kararı alınmış ve hükümete bildirilmişti.
Türk ordusu Amerika’dan rahatsızdı ve 2000’li yıllardan itibaren, Kıvrıkoğlu zamanında, yönünü Rusya’ya çevirmişti. Üst düzey bir komutan olan Tuncer Kılınç, açıkça Türkiye alternatif ilişkiler kurmalıdır. Avrasya’ya açılmalıdır, filan diyordu. Ordu AB’ye karşıydı ve Kıbrıs’ta bağımsız bir Türk devleti adımı atılsın düşüncesindeydi.
Putin bile Türkiye’ye gelmiş ve anıtkabir defterine “Atatürk’ün yolundayız” yazmıştı.
Anlayacağınız ordu; ikide bir darbe yapan, AB’ye karşı, Anti Amerikancı, anti NATO’cu, Rusya’ya ve İran’a daha sıcak bakan, dindarlara karşı, “Atatürk milliyetçisi” dedikleri bir ideolojiyi benimseyen, Erbakan-Erdoğan-Gül gibi dindar muhafazakar siyasilerden hazzetmeyen bir kimlik taşıyordu.
AB; demokrasi ve özgürlükler, hukuk anlamı taşıdığı için, ordu bunu Türkiye’nin parçalanmasına neden olacak diye değerlendiriyordu.
Ordu kendi etrafında “konsolide edebildiği” bir çok yapıyla, siyaset dizaynında son derece aktif rol oynayabiliyordu. Cumhuriyet mitingleri, AB karşıtlığı propagandaları, Kıbrıs’ı AB’ye peşkeş çekiyoruz söylemleri, o dönemlerde AKP hükümetini yıpratmaya dönük çalışmalardı.
AB üyeliği ile yelkenlerini şişirmiş AKP hızla ülkeyi kalkındırıyor, demokratikleşme adımları atıyor ve lideri “darbelere” direneceğini açıkça gösteriyordu.
Yukarıda belirtilen dava da, bu demokratikleşme rüzgarına göre şekillenen psikoloji çerçevesinde, AKP’ye “darbe yapılacağı” tezine dayandırılıyordu.
Bir sürü gelişme yaşandı ve Ağustos 2013 tarihinde, sanıklara çok ağır cezalar veren bir mahkeme kararı çıktı.
Yalnız; “burası Türkiye”, öyle hemencecik emin olmamak gerek, sürprizler kapıdaydı. Türkiye’de dengeler değişti ve Nisan 2016 tarihinde “sanıklar beraat etti”.
Perinçek’in Silivri cezaevinden çıkarken, mevcut iktidarı da dahil ederek, “hesap soracağız” sözlerini de hatırlayın lütfen.
Artık, Gülenciler ve Erdoğan birlikteliği sona ermiş, Erdoğan ile “Ergenekoncular” diye adlandırılan grubun birlikteliği ortaya çıkmıştı.
Ve bu ilişkilerde en kritik gelişme olan “15 Temmuz 2016 hain darbe girişimi” meydana geldi. Erdoğan’ın yeni koalisyonu daha da güçlendi. Meşhur, “Fetö avı” böylece başladı.
İlker Başbuğ da artık, Erdoğan’ı destekleyen grubun içindeydi ve Erdoğan’ın “Fetö ile mücadelede” yalnız bırakıldığı yönünde değerlendirmeleri vardı.
Başbuğ’la ilgili bir notu ilave ederek devam edelim. Başbuğ, komutan olduğunda MHP merkezine “üniforması” ile gitmiş ve Bahçeli’yi ziyaret etmişti. MHP’yi ilk ziyaret eden komutan Başbuğ’dur. Yıl 2008.
Bahçeli de, daha sonra Erdoğan’ın yeni koalisyonunun en güçlü destekçisi oldu.
Yeni koalisyon ülkeyi kendi çizgisinde “yerli ve milli” bir çizgide yönetiyordu. Bu koalisyon “vatansever”, diğer partiler “haindi”.
Peki, her şey yolunda giderken, ne oldu birdenbire?
“Fetöcüler” generalinden, mantıcısına kadar tutuklandı. Yurt dışına kaçanlar kaçtı. Mallarına ve iş yerlerine el konuldu. Anlayacağınız “sıfırlandı”.
Erdoğan’ın koalisyonuna katılanlar da iktidardan elbette hayli pay aldı ve büyüdü. İşler iyiydi.
Başbuğ ne istiyor o zaman?
Başbuğ, “kavganın fitilini ateşleyen cümleyi”, söyledi. Dedi ki; “biz 2009 yılında “Fetö’ye” el koyacaktık, askeri mahkemelere çıkartacaktık, hükümet bir kanun çıkardı ve sivillerin askeri mahkemelerde yargılanmasının önünü kapattı”, ayrıca “asker şahısların askeri mekanlarda işlediği suçlar dahil, sivil mahkemelerde yargılanacak” diyerek “Fetöcülerle” mücadele etmemizin önünü kesti. Bu kanunda imzası olanlar, “Fetöye” bütün kapıları açanlardır, o halde bunlar “siyasi ayaktır” dedi. Erdoğan “boru göstermeye benzemez” diye ayrıca bu beyanata cevap verdi ve milletvekillerinden Başbuğ’a dava açılması talebinde bulundu.
Başbuğ Erdoğan’a kadar gidecek bir yargılamanın önünü açmaya mı çalışıyor?
Benim bu konudaki kanaatim farklı. Onu sonda yazarım.
Uzun zamandır sosyal medyada, Erdoğan ile Avrasyacıların kapışacağına dair yorumlar yapılıyor. Ve “Fetönün siyasi ayağı kim?” söylemi adeta bu kapışmanın işaretini veren “motto” gibi. Bunu Bahçeli de söylüyor, Kılıçdaroğlu da, Perinçek de. Şimdi de Başbuğ katıldı kervana.
Kılıçdaroğlu’nun son grup toplantısında, Başbuğ’un söylemde adreslediği “milletvekilleri” yerine doğrudan Erdoğan’ı işaretlemesi, meseleyi daha karmaşık hale getirdi.
Bu meselede Bahçeli’nin aldığı tutum ise “CHP Fetönün siyasi ayağıdır” yönünde.
Çok garip değil mi?
Ortada bir “Fetö’nün siyasi ayağı var ama rivayet muhtelif.” Sol taraftakiler AKP’yi, sağ taraftakiler ise CHP’yi işaret ediyor.
Kavga ise “Fetö” üzerinden sürdürülüyor.
Peki, “sol taraftakiler”, bu meseleyi Erdoğan’a kadar ulaştıracak güce sahipler mi? Hedeflerinde Erdoğan’ı devirmek mi var? Zannetmem. Hatırlarsınız, ABD “RAND Corperation” raporu konusunda bir yazı yazmıştım “orta kademe subaylar başka bir darbe yapabilir” gibi bir endişeyi dile getirmişti, bu rapor. Ben de “Rusya’nın desteği olmadan Avrasyacı ekip bir darbe yapamaz” demiştim. Arzu ederseniz bu yazıya tekrar bakabilirsiniz.
Kanaatim aynı.
Ayrıca benim garibime giden şu: “Koalisyonda herkesin keyfi yerinde”, kim niye bozmak istesin ki? %1 oyu bile olmayan Perinçek ekranların yıldızı. Göremeyeceği desteği Erdoğan’dan aldı. Bahçeli ve MHP çok mutlu. Ülkücü kadrolara iş-makam veriliyor. Koalisyonun karar vericisi konumunda. Üstelik hükümet etme sosyal riski sıfır.
Erdoğan’ın da koalisyonu bozmak isteyeceğini düşünmüyorum. AKP’den iki parti çıkmışken, bir de koalisyon ortaklarını küstürmez.
Peki, o zaman ne oluyor?
Üst Aklın, Türkiye üzerinde başka hesapları mı var? Türkiye “cumhuriyetin kuruluş ayarlarına” mı döndürülmek isteniyor? Bence ilk önce bunu tespit etmek gerekir. Tıpkı AK P’nin kurulmasında “ılımlı İslam rüzgarı” gibi, başka bir rüzgar var mı ölçmek lazım.
Türkiye yeniden o eski bildik “laik” döneme mi dönecek? Merkel’in ziyaretinde, satır aralarında bir ifade vardı: “Biz AKP ile dindarların demokratlaşabileceğini düşünmüştük, yani dindar demokrasi olabilir zannetmiştik, bu nedenle AKP’ye destek verdik, ama gördük ki yanılmışız, laik demokrasiye dönmek gerek”. AKP’nin AB’yi tehdit eden, özellikle göçmen konusundaki ve Avrupa’daki Türkiyelilerin uyumunu zorlaştıran atakları konusu, Merkel’in bu yorumuna etki etmiş olabilir. Bu nedenle Merkel’in bu kanaatini dikkate almak gerekir. Sol çevrelerin, AB konusunda ehlileştiğini de not edelim. Türkiye’nin geleceği konusunda küresel “istek” bu şekilde ise, bunun Türkiye’nin geleceğine etkisi elbette olacaktır. Kısa veya orta vadede.
Bu durumda “derin devletin sol kanadına” inisiyatif verilebilir mi? Bu konuda da bir yazı yazmıştım hatırlarsanız. Arzu ederseniz bu yazıya da bakabilirsiniz.
Bir de Başbuğ’u sordum. “Ordu üzerindeki etkisi var mı, karizmatik bir komutan mıydı?” diye. Ordu üzerinde etkili olamayacağını söyledi kaynağım. Avrasyacıların lideri filan değil. Bu nedenle sürükleyici bir figür olacağını düşünmüyorum. Sol çevreler hayli heveslenmiş görülüyor, ama “pek mümkün” değil.
Zaten, Erdoğan’ın bu meseleyi tırmandırma eğilimini de görmedim. Ciddi bir tehdit algılaması olsaydı, çok farklı hareket ederdi.
Benim analizim şöyle; “Erdoğan’ın birinci önceliğinin iktidarını muhafaza etmek” olduğu, temel tespitim. Buna en elverişli koalisyon “mevcut” koalisyon. Başka partileri de bu koalisyona dahil edebilirse, işi daha garantiye almış olur.
Ancak unutulmamalı ki; kendi gücünü artırmak, yapılacak önemli bir işse, rakibinin oyununu bozmak diğer bir önemli iştir.
Bu nedenle ben; Erdoğan, Başbuğ geriliminin, “rakibinin oyununu boz” çerçevesinde geliştiğini düşünüyorum. Yani;
Anlayacağınız, ben bu meselenin, sadece iç politikaya dönük olduğunu değerlendiriyorum.
Konu elbette çok su kaldırır. Bu benim değerlendirmem.
Herkesin değerlendirmesi muhakkak farklı olacaktır.