Geçen hafta sosyal medyada yaptığımız bir paylaşım epeyce tartışıldı. Sosyal medyanın imkanlarının sınırları içinde yürütülen bu tartışma daha geniş bir açıklamayı gerekli kıldığından bu haftaki yazımızı bu konuya ayırdık. Paylaşım çok kısa ve özlü bir biçimde formüle edilmiş bir önermeden ibaretti: “Fıkıh, bir Yahudileşme temayülü iken, tasavvuf bir Hristiyanlaşma temayülüdür.” Bu kısa ifadeden neler anlaşılmadı ki? Kimileri fıkıh ve tasavvufun Ehli Kitap kaynaklarından veya onların etkisiyle oluşturulduğunu iddia ettiğimizi anlarken, kimileri de bunun oryantalist bir iddia olduğunu tekrar ettiler. Oysa oryantalist tez fıkıh ve tasavvufun değil tümüyle İslam’ın bir intihal olduğunu iddia eder. Bizim tezimiz, biraz sonra açıklayacağımız üzere tamamen bunun aleyhine bir tezdir.
Tartışmalarda en çok öne çıkan hassasiyet, bizim ilahiyatçı olmadığımız halde neden bu konulara girdiğimiz şeklindeydi. Hatta bir hoca “karanlık” bir yola girdiğimizi ve en kısa zamanda bu yoldan dönmemizi öneriyor. Hemen belirteyim: Bu ilahiyatçı hassasiyeti tekelci olduğu kadar mesnetsiz bir hassasiyettir. Ben İslami ilimlerle ilgili tezlerimi geliştirirken ilahiyat nosyonundan hareketle değil, bilim tarihi, dinler tarihi ve bilgi sosyolojisi gibi alanlardan hareket ediyorum. Başka bir deyişle meseleye İslami ilimlerin içinden değil, tamamen dışından bakıyorum. İç bakışın yararları olmakla birlikte, bazen bu bakış açısı kendi içinde bir kısır döngü yaşamakta ve bundan çıkamamaktadır. İşte, bu durumlarda dış bakış açısına ihtiyaç bulunmaktadır.
Bizim iddiamızın ana konusunu, İslami ilimlerin gelişmesi ve sonuçları oluşturmaktadır. İslami ilimler tarihsel süreçle öyle bir gelişme kaydettiler ki, bu gelişme İslam’ı anlama ve yaşama noktasında sorunlar ortaya çıkardı. Bugün İslami bilimlerden hareketle İslam’ı kendi bütünselliği içinde kavrama imkânı kalmamıştır. Bir fıkıhçı, İslam’ı normlardan (hükümlerden) ibaret bir hukuk sistemi olarak görür. Bir tasavvufçu İslam’ı ahlak ve maneviyattan ibaret kabul eder. Bir kelamcı ise İslam’ı bir akide sistemi olarak ele alır. Oysa İslam, bunların anlattıklarından daha fazla ve daha bütüncül bir sistemdir. Bunu anlamak için Hz. Muhammed’in nebevi dinler zincirinde nasıl bir rol icra ettiğine bakmak gerekir.
Bilindiği üzere Hz. Musa’dan sonraki bir aşamada Yahudilik fakihler eliyle bir “kanun dini”ne dönüştürülmüştür. Nitekim Tevrat (Tora) “yasa” demektir. Dilimizdeki töre kelimesi de muhtemelen buradan gelmektedir. Yahudi hahamlar 600 küsur yasadan bahsetmektedirler. İyi bir Yahudi bu yasalara uyan ve yaşayandır. Hz. İsa peygamberliği müddetince sadece şeriattan ibaret dünyevi bir din haline getirilmiş bu din algısına itiraz etmiştir. İncil’de sıkça geçen ifadeleri hep şu şekildedir: “Siz daha evvel şeriatte ne söylendiğini biliyorsunuz, ben de derim ki şöyle ya da böyle yapın!” Meşhur bir örnek verelim: İsa izleyicileriyle bir yerden geçerken bir hayat kadınının taşlanmak üzere olduğunu görür. Çünkü Yahudi şeriatına göre zina yapmış kişi taşlanmaktadır. İsa bu duruma müdahale eder ve der ki: “İçinizde günahsız olan ilk taşı atsın!”
Hz. İsa’nın misyonunu anlamaktan uzak fakihler onun bu tavrını şeriat ve nübüvvet aleyhtarlığı olarak yorumlamışlardır. O bu suçlamaya karşı meşhur sözünü söylemiştir: “Ben şeriat ve nübüvveti yıkmaya değil, tamamlamaya geldim.” Bu sözden biz şunu anlıyoruz: Şeriattan ibaret bir dine dönüştürülmüş olan Yahudiliğe Hz. İsa maneviyat ve ahlak boyutunu eklemek istiyordu, amacı şeriatı reddetmek değil şeriatı ahlaki ve manevi arka planıyla yeniden konumlandırmaktı.
Batı dünyasında oryantalistler İslam’ı Yahudiliğin uzantısında görürler. Onlara göre İslam şeriat ağırlıklı bir dindir. Bu söylemin geliştirilmesinde Müslüman dünyada şeriata vurgu yapan İslami hareketler de önemli derecede sorumludur. “İslam şeriattır” ya da “Şeriat İslamdır” söylemi Ortadoğu’daki İslamcı hareketlerin sloganıdır. Bu sloganın ortaya çıkmasının sebebi, sömürgecilik sonrası laik rejimlerin İslam’ı salt bir ahlak dini olarak gösterme çabalarına tepkidir. Bu tepki, kendi bağlamında doğru olmakla birlikte zamanla din algısında ciddi bir dönüşümü de getirmiştir.
Hz. Muhammed’in dinler tarihindeki rolü, kendinden önce gelmiş olan dinlerin temsilcileri olan Ehli Kitab’ın içinden çıkamadığı bir sorunu çözmek olmuştur. Şeriat ve maneviyat ikilemi yaşayan Ehli Kitap karşısında hem şeriatı hem de ahlak ve maneviyatı bir potada eritmek olmuştur. Bunu ben “Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam (Tez, Antitez ve Sentez) adlı kitabımda (Beyan Yayınları, 2020) genişçe ele aldım. Burada daha başka ikilemleri İslam’ın nasıl çözdüğünü ve bütüncül bir din olarak nasıl diğerlerinden farklı olduğunu ortaya koydum. Bu çalışma hem İslam’ı Yahudiliğin uzantısında konumlandıran teze, hem de İslam’ı salt bir intihal (çalıp çırpma) olarak gören teze karşı yeni bir tez formüle etmektedir. Kitabın başlığından da anlaşılacağı üzere, “Yahudilik bir tez, Hristiyanlık bir anti-tez, İslam ise bir sentez”dir.
Bu arka plan bilgilerden sonra şimdi esas konumuza gelelim. Her ne kadar İslam bir sentez ise de İslami ilimlerin gelişme tarihi İslam’ı tersyüz etmenin tarihi olmuştur. İslam, fakihler ve mutasavvıflar eliyle yeniden ikiye bölünmüş ve buradan iki din algısı ve tecrübesi çıkarılmıştır. Bir yandan dini yasa ve kurallardan ibaret gören fıkıhçıların din algısı, diğer yanda ise İslam’ı ahlak ve maneviyattan ibaret gören sufilerin din algısı. Bu anlamda fıkıh bir Yahudileşme temayülü iken, tasavvuf da bir Hristiyanlaşma temayülüdür.
Sosyal medya tartışmalarında “Yahudileşme temayülü” ve “Hristiyanlaşma temayülü” ifadeleri tamamen muradımızın dışında anlaşılmış ve yorumlanmıştır. Kimileri Müslümanlara ve İslam’a hakaret ettiğimizi iddia ederken, kimileri de Ehli Kitabı ötekileştirdiğimizi zannetmiştir. Oysa biz burada Hristiyanlık ve Yahudiliğin dinler tarihindeki baskın karakterine bir atıf yapmaktayız. Dinler tarihçileri ve sosyologlar, dinleri dünyevi veya uhrevi olup olmamalarına göre tasnif ettikleri gibi şeriat ve ahlak karşısındaki tutumlarına göre de sınıflandırırlar. Bu anlamda Yahudilik dünyevi karakteri ve hukuk yapısı öne çıkan bir din iken, Hristiyanlık uhrevi yönü gelişkin ve aynı zamanda ahlak ve maneviyata vurgu yapan bir dindir.
“İslam bir sentezdir” derken, tam da bu noktada İslam’ın Yahudilik ve Hristiyanlık karşısındaki bütüncül yapısına dikkat çekiyoruz. İslam dünya ile ahiret arasında bir denge kurduğu gibi şeriat ve maneviyata da gereken önemi vermiştir. Gazali, “İhya”sında fıkıh ve tasavvufun gelişimini anlatırken bu disiplinlerin tarihte nasıl bir kopuş yaşadıklarının ipuçlarını vermektedir. Çağımızda ise Aliya İzzet Begoviç “Doğu ve Batı Arasında İslam” kitabında bu üç dinin yapısal bir analizini yapmakta ve farklarını ortaya koymaktadır. Ama ne klasik düşünceden ne de çağdaş düşünceden haberi olmayan kişiler, tartışmayı bırakın yürütmeyi kavramaktan bile uzak düşmüşlerdir.
Özetle; Müslümanların tarihinde İslam epistemolojik bir kopuş yaşamıştır. Bu epistemolojik kopuş fıkıhçılar ve mutasavvıflar eliyle ama onların da pek farkına varmadıkları bir biçimde gerçekleşmiştir. Biz onları suçlamak niyetinde değiliz. İslami ilimlerin doğuşu ve gelişiminin istenmeyen sonuçları olmuştur ve bu sonuçlar bugün bizim din algımızı şekillendirmeye devam etmektedir. Son yıllarda giderek artan ahlak krizi tartışmaları, tarihsel gelişmelerden bağımsız değildir. Bugün İslam’ı bir ritüeller sistemi olarak gören Müslüman İslam’ın bir ahlak dini olduğunu unutmuşsa bunda da fıkıh dininin etkisi olmuştur. Çünkü fıkıh dini, İslami normları değerler arka planıyla aktaramamıştır.
Peki, İslami ilimler alanında yapılması gereken nedir? Bu soruya bir cevap vermek için ilk önce bizim yaptığımız teşhisi kabul etmek gerekir. Sonra çözüm üzerinde fikirler üretebiliriz. Şimdilik sadece şunu söyleyebilirim: Öncelikle “İslami ilimler” tabirini kullanmaktan vazgeçmeliyiz. Çünkü ilimlerin İslamisi veya gayri-İslamisi olmaz. Fıkıh, kelam veya tasavvuf İslami ise, fen bilimleri ve sosyal bilimler nasıl bilimlerdir?
Kaynak: Farklı Bakış