Türk düşünce hayatında uzunca süredir devam eden bir kriz var. Daha da vahimi krizi düzeltmek isteyen yahut mevcudiyetine işaret eden herkes suçlanıyor ve susturulmaya çalışılıyor.
Her iki durumun da müsebbibi fikir dünyamızın temeline bağdaş kuran doğma ve bundan nasiplenen bekçileri.
Doğma bir kaç cümlelik bir ezbere dayanır:
“Mustafa Kemal bizi düşmandan kurtardı. Sonra Cumhuriyet kurup devrimleri ile bizi ulus haline getirip muasır medeniyet seviyesine yükseltti ve devrimlerini Türk gençliğine emanet etti... İzindeyiz Atam”
Burada işaret etmek istediğim problem hiçbir probleme alan bırakılmıyor olmasıdır. Her şey bir çırpıda olmuş bitmiş, bütün sorunlar çözülmüş ve düşünmek için hiçbir sebep kalmamıştır. Türk düşünce hayatına bundan sonra düşen görev önderin çizmiş olduğu aydınlık yolda emin adımlarla ve sorgulamadan devam etmektir.
Yani kısacası tam metafizik-politik bir dil.
Bu ahvalde bizi, zamanımız üzerine düşünmeye sevk eden hiçbir âmilin yaşaması asla mümkün değildir. Zira aydın sınıf, kendisini içerisinde bulduğu hâleti ruhiye içerisinde zaten buna ihtiyaç hissetmez. “Sorun” yok ki düşünsün. İhtiyaç hissedenlerde bu metafizik-politik doğmanın ruhbanları tarafından acımasızca kovalanır. Tıpkı kuduz köpek kovalar gibi.
Mesela İstiklâl Savaşı okutulurken talebelere, dünyadan yalıtılmış bir coğrafya ve tarih dilimi varmış gibi mitsel bir algı oluşturulur. İstiklâl Savaşının öncesi olan cihan harbi ve sonrasında oluşan dünyada yeni Türkiye’ye biçilen misyonun ne olduğu ile cihan harbinin öncesi ve sonrasında oynamış olduğu tarihi rolün özgül ağırlıkları arasındaki farklılık hiçbir zaman dile getirilmez. Cihan harbinden çıkan büyük güçlerin ne denli ağır yaralar aldıkları merak konusu edilmediği gibi, kısa sürede kendilerini toplayıp nasıl yaralarını sararak eski güçlerine ulaştıkları hiç soru halinde sunulmaz. Tek yapılan Batıya öykünmedir.
Ama unutulmamalıdır ki yapılan her öykünme, öykünenin kendisine karşı duymuş olduğu bir kuşku, giderek gelişen bir nefret ve sonunda kendisini bir başkası olarak algılama şeklinde kendine yabancılaşmanın işaret fişeğidir.
Hâlbuki bize düşen en büyük görev zamanımızı sorunsallaştırmak ve zamanımız üzerine düşünmeye başlamaktır. Takdir edilecektir ki bu da 90 yıllık bir hafıza ile kaldırılabilecek bir ağırlık değildir.
O zaman olması gereken nedir? Bütün politik doğmaları zihin dünyamızda bir kenara bırakmak; temizliğe Batı’nın insanlığına hedef olarak gösterdiği tüm ideal ve ideolojileri de dâhil etmektir.
Adı ister “laiklik” olsun ister “demokrasi”; ister “insan hakları” olsun ister “özgürlük” hatta “hukuk devleti” ve “ulus-devlet”; bütün bunlar zihnimize takılmış çağdaş prangalardır. Hepsi Batı menşeli dolayısıyla Batının tarihi gelişiminin sonucu olan yerel çözümleridir.
Batının tarihi gelişiminin “evrensel” olduğu masalı ise modern dünyanın en büyük palavrasıdır. Biz kendi tarihimizi inceledikte orada, mesela Batıdaki anlamında bir feodal yapı bulduk mu ki veya sınıf çatışmalarına rastladık mı ki yahut örgütlenmiş kilise misali örgütlü cami ile yüz yüze geldik mi ki onun ideolojilerine / reçetelerine mahkûm olalım.
Aşağılık duygusu ile tarihi gelişme çizgimizin bizi vazifeli kıldığı asli rolümüzü bırakıp Batının kuyruğuna takılalım.
Geçmişimizi unutup, geleceğe yönelik projeler yapmayıp Batı ile uygun adım yürümeyi marifet addedelim. Kısacası iddiamızdan vazgeçelim.
Bakın Rusya; Çarlık döneminde taşıdığı iddiaların hepsini sosyalist dönemde de taşıdı; sonra sosyalizmi bıraktı ama büyük güç olma iddiasını bırakmadı.
Peki ya biz? Osmanlı devleti misyonunu ne kadar da kolay harcadık? Ne de kolay reddi miras da bulunduk? Kemal Tahir’in ifadesiyle “ bir bakkal dükkânı bile 5 ayda tasfiye edilmezken biz bir imparatorluğu tasfiye ettik”
İnsan sormadan yapamıyor: Yoksa olan bitenlerin hepsi bunun için miydi?
Kaynak: Milat Gazetesi