Tarih: 12.02.2023 13:28

Enkâzlarda yükselen kardeşliğimiz...

Facebook Twitter Linked-in

Cumhuriyetimizin ilk büyük depremi “1939- Erzincan Depremi”ydi. Sadece kendi hayatım içerisinde 10’dan fazla büyük deprem yaşanmış ülkemizde. 1999 Depremi’ne Sakarya’nın bir köyünde yakalandım. O geceyi ve sonraki günleri amcamızın tek katlı evinin bahçesindeki bir traktörde geçirdik. Eskisi 1967 Depremi’nde yıkıldığı için tek katlı olarak yapılan bu eve hiçbir şey olmadı. O gece, amcamız uzaktaki Adapazarı’na doğru baktı, iç geçirerek iki elini dizlerine vurdu, “Eyvah, Adapazarı yıkıldı” dedi. 1967 Depremi’ni yaşadığı için doğru tahmin etmişti.

Deprem, coğrafyamızın jeolojik gerçeği. Tabiatın yasaları işliyor. Elbette, ne zaman olacağını bilemesek de, geleceğini biliyoruz. “Coğrafya kaderdir” derler. Coğrafyamızı değiştiremeyiz, depremi durduramayız, ancak bakış açımızı, eylemelerimizi değiştirebiliriz. Şehirlerimizi bu jeolojik gerçekliğimize uygun nitelikte yapılandırabilir, ilgili kurumlarımızı süratle ve etkin şekilde müdahale edebilecek yetkinlikte inşâ edebilirdik. En kötü ihtimalleri düşünerek yaptığımız hazırlıklar tam olsaydı, en az kayıpla, en az hasarla karşılayabilirdik depremleri.

Dünyada olan her şey, olması gerektiği biçimde oluyor. Sonuçlar, eylediklerimizin karşılığı. Başka türlü olması beklenemez. Devlet, bireyler ve toplum olarak halimizle yüzleşmeliyiz. Yapılması gerekenleri yapmamanın bir bedeli olmalıdır. Devletin, kurumların sorumluluğu en üsttedir tabii. Can ve mal emniyeti, mahremiyet ve huzur bir devletin öncelikli görevleridir.

Yanlış hatırlamıyorsam, bir ara Çin’de 100’er milyonluk şehirler plânlandığına dair bir şeyler okumuştum. İrkilmiştim. “Neo-liberal kapitalist ekonomi” daha çok büyük şehirlerden besleniyor. Şehirlerdeki insan yoğuşmasından güç alıyor bu ideoloji. Kapitalizmin insanî olan her şeyi piyasalaştırma ve finansallaştırma manyaklığı her alanda bir çürümeye yol açtı.

1978’de İstanbul’a ilk geldiğimde nüfusu 4 milyondu. Her taraf inşaattı. Şimdi nüfusu 4 kat daha fazla. 1950’lerden itibaren şehirlerimiz kabarmaya, kırsalımızsa seyrelmeye başladı. 1950’de “Yüzde 75” olan kırsal nüfusumuz 50 yılda yarıya düştü. Şimdi nüfusumuzun yüzde 93’ü il ve ilçe merkezlerinde ikâmet ediyor. Maalesef, bu çarpıcı dönüşüm yönetilemedi.

Bölgeler arası dengesizlik”, çocukluk yıllarımda sıkça duyduğum bir cümleydi. Bir bölgemiz gelişirken diğer bir bölgemiz giderek soluyordu. İnsanlarımız karanlıktan ışığa kaçar gibi gelişen bölgelere, şehirlere koştular. Kırsalımız ıssızlaşırken şehirlerimiz iyice kabardı.

Serbest piyasa kapitalizmi” denilen canavar şehirlerimizi altından kalkamayacağı büyük bir yükün altına soktu. Konut rantiyesinin, daha geniş çerçevede “Tüketim kapitalizmi”nin, sözüm ona “Mutluluk Endüstrisi”nin yıkıcı temellerini burada aramak gerekiyor. Öte yandan kentlere insanlar yığıştıkça “Barınma hakkı” da piyasalaşarak ipin ucu iyice kaçırıldı. “Çarpık kentleşme”nin diğer sonucuysa kendi ekonomik, politik, kültürel gerçekliğini salgılamasıydı

Köylerimizi, kasabalarımızı kendi kendine yeten “Kamucu” çerçevede bir üretim yaklaşımıyla yapılandıramadığımız veya yapılandırmadığmız için şehirlerimizi kalabalıklaştırdık. Kamucu çerçeveden uzaklaştıkça “Vahşi kapitalizm”in deyim yerindeyse boyunduruğu altına girdik. Teknolojinin kazandırdığı “Hız” ise her şeyin motoru oldu. Yaklaştıkça yakalamayı istediğimiz herşey bizden daha da uzaklaştı. Yakalayanların nasıl yakaladıklarıysa hikâyenin ayrı bir faslı.

İnsanî ilişkilerimizi bile giderek mekanikleştiren yaşam alanlarıyla kuşatıldık adeta. Çarpık kentleşme, pencerelerinden gökyüzündeki yıldızların bile görülemediği beton bloklara sıkıştırdı bizi. Göğe, aya, yıldızlara bakamazsak nasıl hâyâl kurabilir, nasıl tefekkür edebiliriz?

İçinde yaşadığımız koşulları, temel çelişkimizi, buna bağlı diğer çelişkilerimizi idrâk etmez isek hiçbir meseleye doğru çözüm üretemeyiz. Ülkemizin yerleşimlerini jeolojik-coğrafi gerçekliğimize göre yapılandırmadığımız takdirde bir kısır bir döngüde dönüp duracağız. 1999’da tartıştıklarımızla şimdi tartıştıklarımız arasında pek fark yok. Hâlâ aynı noktadayız.

Jeolojik gerçekliğimize ilişkin yapılaşma kurallarını aşmanın maliyeti çok ağır oldu. Sadece insanlarımız mı enkâz altında kaldı? Kurumlarımıza güvende yaşadığımız eksilme duygusu içimizi acıttı. Tek tesellimiz, enkâzların etrafında yeniden parlayan insanlığımız, kardeşliğimiz.




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —