Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz

En Büyük Dava

Mehmet Alptekin hocanın, Özgün İrade Dergisi 2020 Kasım (199.) Sayısı'nda yayınlanan yazısı...

En Büyük Dava

“EN BÜYÜK DAVA” Allah’ı tevhid etmek (zatında, sıfatlarında ve fiillerinde ortağı ve benzeri olmadığına inanmak, O’na kulluğumuzda hiç kimseyi, ve hiçbir nesneyi ortak koşmamaktır

Yaşadığımız şu dünyada herkesin kabul ettiği bir gerçek var o da şudur: Büyük davalar ve küçük davalar… Hatta büyük davalar arasında bile en büyük davalar vardır. Başka bir ifade ile, dünyevi hayatımızda görülmesi gereken mühim işler ve en mühim işler vardır.

Bu işleri görme ve bitirme sıralaması elbette öncelik en mühim olanına aittir. Büyük bir yangından elbette eşyadan önce insanlar kurtarılır. Kan kaybetmekte olan bir hastanın muayenesinden önce kanın durdurulması için gerekli müdahale yapılmalı. Tıpkı dünya işlerimizde ehem ve mühim bağlamında sıralamaya dikkat ettiğimiz gibi, Allah’a kulluğumuzda da mühim görevlerimiz ve en mühim görevlerimiz var, bu görevlerimizi yerine getirirken elbette önceliği en mühim olana vermeli. Bu en büyük dava, akide ve iman sorunudur. Yani Allah’ı gereği gibi tanımak, kendisini kitabında nasıl tanıttırmış ise öyle tanıyıp iman etmektir. İki genç, Yahudi ve Hıristiyanların kafir olmalarının sebebi; Hıristiyanlar, Hz. İsa’nın Allah’ın oğlu, Yahudiler de Hz. Uzeyrin Allah’ın oğlu dedikleri için, diye konuşuyorlardı. Doğru, Allah’a çocuk isnat etmek küfürdür, dedim. Bundan başka onların kafir ve müşrik olduklarını açık ve net olarak gösteren başka bir sebep bulamıyor musunuz? Evet başka sebep de “ Biz Müslüman değiliz” diyorlar. Peki faraza biz müslümanız dediler, ama şunu da söylediler: “Allah yeryüzünde bizim genelev açmamıza, zinayı serbest etmemize, kumar oynatmamıza, faiz müesseseleni, içki fabrikalarını açmamıza, danslı içkili eğlenceli yerlerimize, hele hele kadınların mahrem yerlerini açmalarına, asla karışmamalı aynı zamanda helal-haram, serbest-yasak, cezai müeyyideler, sosyal hayatla ilgili adabı muaşeretler konusunda tam bir özgürlükle karar vermek bize ait olmalıdır. Allah’a ait olan işler de var: Göklerdeki semavi küre ve cisimleri idare etmek, gece ile gündüzü birbiri ardı sıra getirmek, mevsimleri değiştirmek, kulların namaz, oruç gibi ibadetlerini kabul etmektir. Yani insanlar canları istediği gibi hareket etme özgürlüğüne sahip olmalılar. İnsanlar kendi işlerini yapar, Allah’ da tabi kendi işlerini yapar. Ayrıca dünyada kabul görmüş cezalar vardır, onların uygulanması gerekmez mi? Araplarda olduğu gibi, yok el kesmek, yok kısas uygulamak, zina edenlere 100 değnek vurmak ve daha başka acımasız cezalar uygulamak bizce doğru değildir.”

Şimdi gençler! soruyorum: İnsanların ilmi, gücü, sanat ve becerisi, Allah’ın ilmi, gücü, sanat ve becerisiyle mukayese edilir mi? İnsanlar bir ev yapar Allah koca bir kainatı yerleriyle, gökleriyle, yıldızlarıyla, denizleriyle, çiçekleriyle, böcekleriyle yaratır. Hiç duydunuz mu, bu çiçeği veya bu kum tanesini de ben yarattım diyeni? Öyle ise Allah’ın, dünya ve ahirette mutlu yaşamamız için gönderdiği hüküm ve kanunları da o nisbette kulların yaptıkları kanun, koydukları hükümlerden daha üstündür. İnsanlar cansız, ruhsuz robotlar yapar, Allah bütün canlı ve cansız varlıkları yaratır.Ayrıca Allah bir ayetin de: “ Allah sizi de sizin yaptıklarınızı da yaratmıştır.” (Saffat-96)

Çünkü insanlar bir şeyi yaparken aklıyla, elleriyle, gözleriyle, kendisine verilen bilgi ve yetenekleriyle yapmaktadır. Malımız Allah’ın olduğu gibi, biz kendimiz de Allah’ınız. Biz, bizim olsaydık saçlarımızın ve sakallarımızın ağarmasına, dişlerimizin dökülmesine razı olur muyduk? 50 sene önce saçlarım simsiyah idi ve ben bir kılıma söz dinletemedim hepsi bembeyaz oldu. Anladım ki, ben benim değilim. Haberim olmadan kalbimi, böbreklerimi, sinir ve sindirim sistemimi kim çalıştırıyorsa saçımı ağartan, ömür boyunca beni halden hale koyan, nihayet öldürüp kabre sokan bir müddet sonra tekraren bizi diriltip dünyada herkesin yaptıklarından hesaba çekildikten sonra iyileri cennete, kötüleri de cehenneme koyan O (Allah celle celalü) dur.

Gençler, sadede gelelim! Kainatı yaratan, yaşatan Allah (C.C.) olduğu gibi, yöneten de yani insanların huzurlu ve nurlu, sosyal hayatlarında her türlü haksızlıktan, kötülüklerden uzaklaşmayı sağlayan kanun ve nizami müeyyideleri koyan yine Allah’tır. Kainat ve içindekiler bir nizam, bir düzen, bir kanun ve disiplin içinde varlıklarını devam ettiriyorlar. Bütün kainatın uyduğu kanun ve nizamı koyan Allah’tır. Mesela Allah, balıkların yaşama kanununu su ortamına bağlamıştır. Bu ilahi kanunun tersi bir kanunla hiç kimse balıkları yaşatamaz, faraza bütün sosyologlar, kanun koyucular bir araya gelip, bundan böyle Akdeniz’deki balıkları, milyar senelerden beri süregelen suda yaşama kanununu değiştirip Sina çölünde yaşatacağız deseler, bunu yapabilirler mi? Böyle bir teşebbüs sonucunda balıklar ölmez mi? Bir beyaz eşya alırken bile onun nasıl çalışacağını gösteren bir kullanıcı klavuzu var. Bu eşyanın çalışma tarifine uyulmadığı taktirde bir yarar sağlar mı?

İşte gençler! Her şeyin sağlıklı ve amacına yönelik, balıklar örneğinde ifade ettiğimiz gibi, istikrarlı ve randımanlı devam etmesi için ilahi kanunun disipline ettiği çerçevede olması gerekir. Bir düşünelim: Balıklar ve daha başka canlı ve cansız varlıklar için bir düzen bir disiplin ortamında varlıklarını devam ettirebilmeleri için kanun koyan Allah, yeri göğü hizmetine sunduğu, dünyanın imar ve idaresini uhdesine verdiği insana, dünyada huzurlu ve mutlu yaşamaları, kendilerine zarar verecek şeylerden kaçınmaları, faydalı ve yararlı işleri yapmaya yönlendirecek kanun göndermez mi? İşte o kanun insanlığın hayatını en güzel şekilde programlayan ilahi anayasa Kur’an-ı Kerim’dir. Onu bize şerheden, hayata pratize ederek Allah’ın rızasına uygun şekilde yaşamayı öğreten beşeriyetin örneği, önderi ve büyük öğretmeni Allah’ın Rasülü Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) dir.

Gençler! şimdi de Allah’ın kanunları mı yoksa insanların koyduğu kanunlar mı, şerleri engelleme, insanlığın hayatını tehdit eden zulüm ve kötülükleri önleme bakımından hangisi daha caydırıcı olduğu konusunda Kur’an’dan ve tarihi olaylardan bir karşılaştırma yapalım:

Yüce Allah’ın işlenen suçlar için koyduğu dünyevi cezalarla birlikte o suç için ayrıca ahirette vereceği daha şiddetli bir azap ve ceza ile korkuttuğu için, Allah’a ve O’nun koyduğu hüküm ve kanunlarına inananlar, dünyevi cezadan çok, ahretteki cezayı göz önünde bulundurarak o suçu işlemekten vazgeçiyorlar.yani inananların suç işlememeleri % 10(misal olarak) dünyevi bir cezanın korkusundan ise, %90 ahirette çarpılacağı cezadan dolayıdır. Ahirete ve ahirette verilecek ceza ve mükafata inanmayan sekülerist insanların defterinde ahirette ceza ve mükafat diye bir şey olmadığı için dünyevi cezaların boşluğundan istifada edebilecekleri anda suçu işlemekten geri durmazlar.

Hayat programımız Kur’an-ı Kerim’de haksız yere, bir insanı öldürenin ahiretteki cezasından şöyle bahsediyor: “…Kim, bir cana veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın (haksız yere) bir cana kıyarsa bütün insanları öldürmüş gibi olur. Her kim bir canı kurtarırsa bütün insanları kurtarmış gibi olur.” (Maide-32) İşte (haksız yere) insan öldürmenin ahiretteki bu cezasına inananlar cana kıyar mı?

Başka bir ayette:” Kim bir mümini kasden öldürürse cezası, içinde ebediyen kalacağı cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, onu lanetlemiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır.” (Nisa-93)

Müslümanlar, haksız yere cana kıymıyorsa, dünyada verilecek cezadan ziyade, ahiretteki çekilmez ceza ve azaptan dolayıdır. İşte Allah’ın kanunları, dünya ve ahiretin sorumluluğunu ve bu sorumluluğun beraberinde getirdiği iki yönlü cezayı içerdiğinden suç işlemekten caydırıcılığı ve engelliği beşeri kanunlardan daha tesirli ve daha önleyicidir. Bir düşünelim, sömürgeci, maddeperest devletlerin bir varil petrol için ülkeleri yakıp yıkmaları, binlerce masum çocukları, yaşlı kadınları hatta hastanede yatan hastaları, yukardan gönderdikleri cehennemi ateşlerle, nükleer bombalarla katliam yapmalarının cesaretini nereden alıyorlar? Bunların kanunlarında, gücünüzün yettiği, canınızın istediğini öldürme, ırza tecavüz, halkın servet ve zenginliklerine el koyma gibi her türlü haltı yapabilirsiniz diye, bir hüküm mü var? Allahsız ve ahirete inançsız temeli üzerine kurulu kanunları, çıkarları uğruna ülkeleri tahrip etmekten, beşikteki bebekten tutun yaşlılara kadar herkesi öldürmekten, kadınlarının namusunu peymal etmekten, yer altı yerüstü zenginliklerine el koymaktan engelleyemiyor.

Allah’ın kanunlarının toplum üzerindeki etki ve caydırıcılığının beşeri kanunlardan daha çok olduğunu tarihi vakalarından bir tanesini burada zikredelim: Allame Yusuf Karadavi” İman ve hayat” isimli kitabında verdiği birçok örneklerden biri:

“ Birleşik devletlerde içkinin yasağı konusunda 1919 yılında Amerika anayasasına içkinin yasak hükmü konuldu. Bu konuda devlet bütün engelleme imkanlarını seferber etti. İçki kaçakçılığını önlemek için sahilleri gözetlemek adına bütün filolarını kullandı adeta. Hava yollarını kontrol etmek için havacılık vasıtalarını devreye koydu. İçkiyle savaşmak için tüm yayın basın araçlarını harekete geçirdi. İçkinin zararlarını ülkenin her yerine bildirmek amacıyla dergiler, gazeteler, kitap ve neşriyat, sinema, konuşmalar ve konferanslar gibi her türlü enformasyon vasıtalarını seferber etti. İçki ve uyuşturucuya karşı mücadele için 60 milyon doların harcandığı, insanlara ve ülkeye getirdiği zararı göstermek gayesiyle 10 milyar sahife tutacak kadar kitap ve neşriyat yayınlandığı, 14 yıl boyunca verilen bu mücadele 250 milyon Mısır Lirasına mal olduğunu, bu müddet zarfında 300 insanın idam edildiğini, 532.325 kişinin tutuklandığını, 16 Milyon Mısır Lirası ceza kesildiğini, 404.000.000 Mısır Lirası değerinde mallara el konulduğu ifade ediliyor. Fakat bunca masraf ve mücadeleye rağmen içki ve uyuşturucu toplumdan engellenememiştir. Nihayet hükümet pes edip 1933 yılında bu kanunu iptal etmiş ve içkiyi serbest bırakmıştır.”

Sebebine gelince en büyük dava” dediğimiz Allah’ın hem yeryüzünde hem gökyüzünde mutlak otorite ve hakimiyet inancının Allah’a ait olduğu inancını taşımıyorlardı. Dolayısıyla kulun koyduğu kanuna uymaktan ziyade Allah’ın içki konusundaki hükmüne tabi olmanın gereğine, aksi halde ahirette cezalandıracakları inancına sahip olmayışlarıydı. Özetle ifade edecek olursak, kalpleri Allah korkusundan bomboş olduğu içindi. Zira onlar ve onlar gibileri, yeryüzünün hakimiyet ve tasarrufunu, kendilerinde olduğunu bildikleri, Allahsız bir yeryüzü düşündükleri için, yaptıkları her halt kendilerine kalacak, ahirette de (eğer ahirete inançları varsa) Allah’a verecekleri bir hesabı da yoktur diye bir düşünceye sahip olmalarıydı.

En büyük davanın (la ilahe illellah davasının) yani hem göklerde hem yerde kayıtsız, şartsız her türlü hakimiyet ve otoritenin, mutlak irade ve tasarruf hakkının yaratıcıya ait olduğu, O’nun emir ve yasaklarına uyulmadığı takdirde ahirette hesabı ve azabı büyük olacağı inancının kanlarına karıştığı Medine-i Münevvere’deki, Arap toplumunda ise içki o kadar yaygın idi ki Arap şairi, içkiye müptelalık boyutunu gösteren bir şiirinde şöyle canlandırıyor: Ben öldüğüm zaman beni bir üzüm bağı kökünün yanına defnedin ki ölümümden sonra onun kökleri benim kemiklerimi kana kana içirsin!.

Meşhur şair İmruul Kays, içki kadehi elinde iken babasının öldürüldüğü haberi kendisine geldi. Kadehini ve kadeh arkadaşlarını terk edemedi ve şöyle dedi: “Bugün hamr (içki) yarın emir.” Yani bugün içkimizi içeriz, babamın katiline yarın bakarız. İçkiye bu denli müptela olan Medine ortamında Maide süresinin şu ayeti indi: “Ey iman edenler! Ancak içki, kumar, dikili taşlar ve fal okları şeytanın işinden pisliktir. Ondan sakının umulur ki kurutuluşa erersiniz / (Maide/90)

Bu ayet iner inmez insanlar yanlarındaki içki küplerini Medine sokaklarına döktüler. İçkiler yollarda akmaya başladı. Kendilerine karşı hiçbir zor kullanılmadan gönül rızalarıyla bu kötü ve kökleşmiş olan alışkanlıklarını ilahi bir emirle hemen terk ettiler. Amerika’daki silahların, neşriyatların, zindanların, idamların yola getiremediği, ıslah edemediği bir toplumu Allah’a ve O’nun hüküm ve kanunlarına candan bağlananları bir emirle o kötü alışkanlıklarından uzaklaştırdı. Bu sadece içki meselesine ait bir şey değildi. Toplumca İslam’ın bütün emirlerini uygulamak ve yine toplumca bütün yasaklarından sakınmak en büyük dava dediğimiz tevhidi inancın o toplumda gerçekleşmesine bağlıdır. Mesela 5 vakit namaz farz olduktan sonra buluğ çağına ermiş hiç kimse bir vakit namazını bilerek terk etmemiştir. Allah resulü (S.A.V.) birilerinin cemaate gelmediğini görünce hemen gayrete gelir ve şöyle derdi: “Nefsimin elinde olan Allah’a yemin ederim ki şöyle düşündüm: Odun toplanmasını emredeyim. Sonra namaza ezan okunmasını söyleyeyim. Sonra birinin cemaate imam olmasını emredeyim. Daha sonra cemaate gelmeyen adamlara gidip evlerini başlarına yakayım.” (Buhari, Müslim)

Allah’a, ahiret gününe inananlar; İslam’da dokunulmazlıkları güvence altına alınmış: Din, can, mal, akıl, ve namus olan kutsal değerlerin muhafazasını esas almalarını İslami bir vecibe telakki ettikleri için, savaşta ve barışta dini, uyruğu, mezhep ve meşrebi ne olursa olsun herkesin bu kutsal varlıklarını muhafazaya son derece itina göstererek insanlarla olan ilişkilerini İslami ve insani düzlemde sürdürmeye çalışırlar. Dolayısıyla Müslümanlar, insanları öldürmek için asla savaş açmazlar. Çünkü onlar insanları ihya/diriltmek için vardırlar. Müslümanlar, iki alem (dünya ve ahiret)in mutluluğunu sağlayan, Allah Teala’nın son mesajı Kur’an’dan aldıkları mesajları tüm insanlara duyurmak ve bu sayede hem dünyada huzurlu ve nurlu bir hayat yaşamak hem de ahirette gözlerin görmediği, akılların düşünemediği nimet ve zevklerin içinde sonsuza dek cennette ebedileşmektir…

Gençler! Hayat programımız Kur’an-ı Kerim’de yaratıcının sosyal hayatımızla ilgili iyilikleri emir, kötülükleri yasak bağlamında mesajları var. Yaşadığımız dünyanın ömrü bitince “Ahiret” diye yeni bir âlem kurulacak, orada iki yurt var: Cennet yurdu ve Cehennem yurdu. Burada ibadet ve iyilikleri yapıp, kötülüklerden sakınanlar Cennet yurdunda sonsuza dek nimet ve çeşitli zevkler içinde yaşarlar. İbadet ve iyilikleri terk edip, günah ve kötülükleri işleyenler de Cehennem yurduna yerleştirilirler, orada sonsuza dek ateşte ve çeşitli azaplar tadarak yaşarlar…(neuzu billah!)

Gençler! Yazımızın başlığında gördüğümüz gibi, “En büyük dava”, cennete giden yolun bütün engebelerini aşan bir cankurtaran vasıtası, Allah’a yapılan ibadetlerin Allah katında kabul görme adresidir.

“EN BÜYÜK DAVA” Allah’ı “tevhid” etmektir. Yani: “Evrenin yaratılışında, mevsimlerin değişmesinde, gece – gündüzün bir biri ardı sıra gelişinde, güneş, ay ve yıldızların akışında, canlı ve cansız bütün varlıkları yaratıp onları rızıklandırılmasında hiç kimsenin bu olaylarda bir fonksiyon ve dahli olmadığı ve olmasına da imkan bulunmadığına gavuru, müşriki ve mümini herkes inanmaktadır. İşte ayet mealleri:

“Andolsun onlara (Mekke müşriklerine) gökleri ve yeri kim yarattı? diye sorsan mutlaka Allah, derler. Hamd Allah’a layıktır der.” (Lokman- 25)

“Andolsun onlara (müşriklere) kendilerini kim yarattı diye sorsan, elbette Allah derler” (Zuhruf-87)

“De ki; sizi gökten ve yerden kim rızıklandırıyor? Ya da o kulak(lar)a ve gözlere kim sahiptir? Kim ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkarıyor? Kim işleri yönetiyor? Allah diyecekler.” (Yunus-31)

Görüldüğü gibi, Allah’ın, genelde yaratıkların, özelde insanların yaşamlarının devamını sağlayan, hayatlarının bağlı olduğu şartları hazırlayan yağmur yağdırmak, gece gündüzü ardı sıra getirmek, her canlının rızkını vermek gibi, fiillerinde hiç kimse Allah’a şirk koşmamıştır. Ancak kulların Allah’a karşı yaptıkları fiillerde, inançta Allah’a şirk koşmuşlardır. Mesela: Dileklerin kabulü için sadece Allah’a dua edilir. Ama Müslümanım diyenlerin çoğu, “ziyaret” dedikleri yatırlara, evliya zannettikleri ölü veya diri kimselerden himmet etmeleri için onlara çağırıyorlar. Halbuki dua, ibadet olduğu için sadece Allah’a yapılır. Yine bazı kimselerin dualarında, ”ya Allah ya Rasulullah” diyerek Allah’a ve Allah’la birlikte peygambere dua etmeleri şirktir. Bazı adamların zaman zaman “şefaat ya Rasulullah” demeleri, veya bazı mevlithanların, mevlit arasında “medet ya Rasulullah” diye nara atmaları birer şirktir. Peygamberin şefaati Allah’tan istenir, Allah’ım beni de peygamberinin şefaatine nail eyle, denir. Peygamberden medet istenmez, medet ya Allah denir. Çünkü sadece Allah’a çağrılır, Allah’tan başkasına fiziki kanunlar dışında hiç kimseden medet istenmez veya dua edilmez (çağrılmaz). Toplumumuzda işlenen daha başka şirk hareketleri de var ki şirki işleyenler bunun farkında değildirler. Mesela: Allah’ın izin vermediği bazı şeyler hakkında hüküm ve kanun vazetmek, halbuki kanun ve şeriat vazetme hakkı ve yetkisi ancak Allah’a aittir. İnsanlar ise, ancak Allah’ın hükümlerine ters düşmemek şartıyla kanun ve hüküm çıkarırlar. İnsanlar bu konumlarıyla ilahi hükümleri ilga değil, icra etmek durumundadır. Birde kayıtsız şartsız itaat Allah’a mahsustur. Allah’tan başka kim olursa olsun,ister kişinin ebeveyni, ister mürşidi hocası, ister kocası, ister amiri olsun Allah’a rağmen verdikleri emirlere itaat edilmez.

İbadetin her türlüsü mesela namaz gibi, dua (manen yalvarma yakarma), tevekkül (manen bir otoriteye güvenme), istiane (manen bir güç sahibinden yardım isteme), korku (fiziksel değil, manevi korku), reca (ümit bağlama), inabe (manen bir güce teslimiyet), huşu (son derece saygı), muhabbet (normal bir sevgi değil, bütün sevgilerin üstünde bir sevgi). Bunların hepsi ibadet ruhunu taşıdığı için ancak Allah’a karşı yapılır, Allah’tan başkasına karşı yapıldığında şirk olur.

Kurbanlar ancak Allah için kesilir, adaklar ancak Allah’a adanır, çünkü kurbanlar, adaklar da ibadettir. Dolayısıyla bunlar, kutsanan bir yere, bir yatıra veya makam ve rütbesi, şerefi için birinin ayağı dibinde, arabasının tekeri önünde kesilemez şirktir, haramdır.

Yeminler ancak Allah’ın adıyla yapılır. Kabe’ye, aya, güneşe namusa, şerefe ve bayrağa yemin edilmez. Ancak yaratıcının adıyla yemin edilir.

Yapılan her işte, söylenen her sözde Allah’ın rızası hedeflenmelidir. Başkasına şirin görünmek için yapılan riya şirk türlerindendir.

Kur’an’ın bir ayetini veya tevatüren gelen bir sünneti inkar veya hafife almak da küfürdür.

İşte kıymetli gençler! “EN BÜYÜK DAVA” dediğimiz budur. Yani Allah’ı tevhid etmek (zatında, sıfatlarında ve fiillerinde ortağı ve benzeri olmadığına inanmak, O’na kulluğumuzda hiç kimseyi, ve hiçbir nesneyi ortak koşmamaktır. Özet halinde verdiğimiz bu akidevi ilkelere inananlar, Allah’ın uluhiyet tevhidini tasdik etmiş ve tevhid bilincine sahip olmuş olur. “En büyük dava” dediğimiz “tevhid” inancına sahip olmayanın ne namazı ne hiçbir ibadeti kabuldür. Bundan dolayıdır ki, peygamberimiz (S.A.V.) risalet sürecinin 13 yıl kadar büyük bir kısmını Mekke döneminde insanların Allah hakkındaki yanlış inanç ve anlayışlarını kafalarından kazıyıp yerine “tevhid” inancını yerleştirmeye ayırdı, İslam’ın diğer ibadet, muamelat, ahlak vs. sosyal ve siyasal konuları ise hepsi 10 yıl içinde tamamlandı.

Yaşadıkça “En büyük dava”yı kavrama ve onun bilinciyle yaşayarak, “teveffeni müslimen ve elhikni bissalihin” Yusuf (A.S.)’ın duasıyla hatm-ı nefes kılmayı Rabbim mukadder eylesin…



Anahtar Kelimeler: Büyük

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Osman Baharçiçek
18.12.2020 11:01:11
Amin eyvallah hocam. Ellerine sağlık. Selam ve dua ile....

YAZARLAR

Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

HABERLER