Şehir Üniversitesi’ne el konulmasının ardından şimdi de üniversitenin kurucusu Bilim ve Sanat Vakfı’na kayyım atandı. Bu karar muhafazakâr camia içinde Şehir Üniversitesi’ne yapılandan daha fazla tepki çekti. AKP’den hâlihazırda kopmuşların yanı sıra, gemiden henüz atlamamış isimler de kırk yıllık bir geleneğin heba edilmesinden endişe duyduklarını dile getirdi. Yeni Şafak yazarı Yusuf Kaplan "40 yılda, 50 yılda dişimizle tırnağımızla inşa ettiğimiz İslâmî entelektüel birikimi bir gecede imha ediyoruz! Bilim ve Sanat Vakfı siyasî mücadeleye malzeme yapılamaz! Kendi ayağımıza sıkıyoruz! Vebaldir!" diye isyan ederken, Star yazarı Sibel Eraslan daha düşük bir perdeden üzüntülerini ifade ediyordu: "Bilim Sanat Vakfı, entelektüel bir çatı olmanın yanı sıra, üniversite yasakların esnasında kesintiye uğrayan eğitim dünyamızı onaran sıcak bir mektepti bizler için. İslami çevrelerin emeği ve birikimiyle kurduğu bir müessesenin bugün kayyım idaresine devredilmesi cidden üzücü". İktidarın kültür komiserlerinden İsmail Kılıçarslan da ihtiyatlı şekilde üzülenlerdendi: "Bilim Sanat Vakfı'na kayyım atanmış' cümlesi can sıkan, can acıtan, canımızı yoran bir cümle. Üzgünüm çok". Bu kadar üzülmekte gerçekten haklılardı da!
BİSAV, 1986 yılında Murat Ülker, Mustafa Özel ve Fikri Gökbörü Kançal tarafından kurulmuştu. Vakfın etkinliğinin içeriği konusunda ise başta Ahmet Davutoğlu olmak üzere İslamcı akademisyenler ve entelektüeller söz sahibiydi. İlk başta mütevazı bir binada, küçük bir bütçeyle faaliyete geçen vakıf, bir süre sonra kendi binasına geçerek faaliyet alanını da genişletmişti. Refah Partisi’nin İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne, AKP’nin ise ülkeye iktidar olduğu dönemler, vakıf için de olanakların artmasını ifade ediyordu. 1986’dan yılından itibaren bahar ve güz dönemi olmak üzere açılan çeşitli seminerler, vakfa bir nevi alternatif üniversite misyonu yüklüyordu. 1980’lerle birlikte muhafazakâr gençlerin üniversiteye daha yoğun bir şekilde dahil olmasının yanında, türban nedeniyle okullarını bırakan kadın öğrencilerin varlığı da, vakfın bu alternatif üniversite kimliğinin önemini daha da artıyordu. Vakıfta düzenlenen seminer ve çalışmalarda sadece İslamcı isimler değil, liberal ve hatta sol isimler de ders veriyordu.
Vakıf, zaman içinde kendi bünyesinde dört adet araştırma merkezi (Küresel, Medeniyet, Türkiye ve Sanat Araştırma Merkezleri) kurarken, dört adet de süreli yayın (Divân, Talid, Notlar ve Hayal Perdesi) çıkarmaya başladı. Bunun yanında artan imkânlarla birlikte yüzlerce öğrenciye de burs verildi. 2008 yılına gelindiğinde, vakfın oluşturduğu bu birikimin üzerine Şehir Üniversitesi inşa edildi. Siyasal alanda iktidarını emin adımlarla inşa eden İslamcılığın kendisinde gördüğü kültürel boşluğu kapatma noktasında bu önemli bir adımdı. Şehir, muhafazakârlara en uzak insanların bile tercih edeceği bir düşünce yuvası olacaktı. İslamcı entelektüellerin liberal ve sol liberal entelektüellerle kurduğu dirsek teması Şehir’de de devam etti. Hatta AKP’nin liberallerle olan birlikteliğinin sona ermesinden çok sonra bile Şehir, AKP’ye eleştiren yaklaşan ve İslamcı gelenekten gelmeyen akademisyenlerin çalışabildiği bir üniversite oldu. Biraz objektif baktığımızda, muhafazakârların kültürel alanda var olma mücadelesinin, kendi sınırları içerisinde, en başarılı örneği Şehir Üniversitesi’ydi diyebiliriz.
AKP, iktidara geldiği 2002 yılından 2011’e kadar vesayete karşı mücadele ve demokratikleşme söylemiyle geniş bir kesimi çevresinde toplamıştı. Bu yıllar arasında kimlikleri karşı karşıya getiren bir siyaseti öne çıkartmaktansa, diğer kimlikleri de kapsamaya çalışan, çeşitli açılımlarla bunu pratiğe dökme niyeti olduğunu gösteren bir söylem tutturmuştu. Bu siyasetin entelektüel cephesini ise liberaller ve cemaatin kalemleri üstlenmişti. Geleneksel burjuvaziye (eğer medya patronu değilse) karşı da hasmane bir tutum sergilememeye çalışan iktidar, henüz kültürel iktidar savaşına da girmemişti. Örneğin, 80’li yıllardan beri bir müze açmak için didinen, ancak hep bürokratik engellerle karşılaşan Eczacıbaşı, 2004 yılında "Erdoğan olmasaydı İstanbul Modern açılamazdı" diyerek başbakana teşekkür ediyordu. AKP, başta BİSAV olmak üzere İslamcı kuruluşlara kol kanat gererken, kültürel alandaki diğer aktörlere de köstek olmuyordu.
Ancak, daha önce hiç sözü edilmeyen "kültürel iktidar" lafı bu dönem İslamcı camiada pişirilmeye başlandı. Ardından Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Mustafa İsen muhafazakâr sanattan söz etmeye başladı, onun da ardından İskender Pala "muhafazakâr sanat manifestosu" yayımladı ve sonrasında patlayan Gezi İsyanı, AKP cephesinde "kültürel iktidar olacağız" nidalarının yükselmesine neden oldu. O günden bugüne Erdoğan kültürel iktidar temalı sayısız konuşma yaptı, birçok dergi yayına başladı, yayınevleri kuruldu, filmler çekildi, iktidarperver edebiyatçılara ve sinemacılara tonla para akıtıldı, idefix ve d&r ele geçirildi, Cumhurbaşkanlığı altında kültür komisyonu oluşturuldu, nice AKP’li yeğen akademisyen yapılıp okuyup yazmak zorunda bırakıldı, medyanın yüzde 90’ı havuza katıldı, TRT 2 kurulup "biz de yüksek sanattan anlarız" denildi, ama bütün bunların sonunda gelinen nokta İsmail Kılıçarslan’ın dediği gibi gerçekten "üzücü" oldu.
Sanırım, Şehir Üniversitesi’ne ve ardından BİSAV’a bu şekilde el konulması, AKP’nin "kültürel iktidar olamadık" yakınmasının ardında herhangi bir kültür politikasının olmadığını herkese açık şekilde göstermiştir. İktidarın, kimseye önerecek bir kültürel geleneği de, üretimi de, vizyonu da yok. Kültürel iktidar, elinde herhangi bir koz kalmayan bir partinin, mağduriyet ve düşman yaratmasını sağlayan siyasi bir söylem sadece ve 2011’de başlayan bu kültürel iktidar savaşının, ilk olarak, bu savaşa heyecanla katılan en nitelikli askerlerini yemesi de ironik! Her şey siyaset içindi ve siyasi alanda ayrı düşüldüğünde "Asım’ın nesli" ülküsü de bir dakikada unutuldu.
Bugün AKP’nin kültür cephesini kırk yıllık İslamcı gelenekten gelenler değil, Albayrak Holding’in plaza odalarını dolduran veya üniversitelerindeki odalarından buradaki editörlere yazılarını yollayan gençler oluşturuyor. Albayrak Medya bünyesinde çıkan Cins, Nihayet, Post Öykü, Derin Tarih ve Turkuvaz Medya bünyesinde çıkan Lacivert ve Sabit Fikir kendi çapında, kültürel alan içerisinde yerli ve milli bir damar açmaya çalışıyor. Cins’in editörü, yine Albayrak’ın sahibi olduğu Ketebe yayınlarının da yönetmenliğini yaparken, aynı zamanda Post Öykü’nün editörü ile TRT 2’de program yapıyor. Yeni Şafak’ta yazanlar bu dergilere katkı sunuyor, bu dergilerin yazarları Albayrak’ın televizyonlarına program üretiyor. Anlayacağınız bir avuç fedakâr insan yerli ve milli kültür için kendisini heba ediyor.
Ellerinde böylesine güçlü imkânlar ve kadrolar varken, üstüne üstlük SETA gibi bir "okul" varken hala üzülüyorlar.