Napolyon 1798’de Mısır’ı işgal için yola çıkmadan evvel danıştığı Avrupalı oryantalist havzalardan iki mühim tavsiye almıştı. Bunlar (mealen);
1) Etnik ve mezhebi farlılıkları olabildiğince öne çıkar ve bu farklılıkların bir arada yaşamalarının mümkün olmadığı algısını inşa ve ikame et. (Yani Avrupa’nın “çatışma-gerilim esinli ilerleme” stratejisini, Mısırlılara/Doğululara aşıla.)
2) İşraki/Batıni/içrek/mistik/ezoterik/sufi akımları güçlendir. (Çünkü bu yapılar büyük ölçüde “içe dönük”tür. Ömürlerini içsel olgunluğa erişme mücadelesiyle geçirirler. Bu da beyaz adama “dış dünya”yı kolaylıkla yağmalama imkanı verir. İyi savaşırlar ancak “kurucu siyasal akla” yabancıdırlar. Manevi olgunlaşmayı öne çıkarırken maddi olanı yadsırlar. )
Bu tavsiyeler yaklaşık iki yüz yıldır eksiksiz bir biçimde İslam Dünyası’nda uygulanıyor ve sonuç alıyor. Bu durum Müslüman toplumların manipülasyona açık ve sömürülmeye elverişli olduklarını gösteriyor. Soğuk Savaşı bitiren 1979-1989 Afgan-Sovyet savaşından sonra bu tavsiyelere bir yenisi daha eklendi. O da Suud mahreçli Vehhabi anlayışı özendirme,öne çıkarma, özellikle Ortadoğu’da egemen kılma… “Beyaz Adam” elindeki oryantalist literatürü araçsallaştırarak-ki zaten oryantalizm Edward Said’in deyimiyle “sömürgeciliğe keşif kolu hizmeti” vermiştir- Müslümanların nasıl bir İslam’a inanmaları gerektiğini belirliyor, çerçevesini çiziyor, propagandasını yapıyor, aydın/ entelektüel / teologlarını yetiştiriyor ve böylece “epistemik şiddeti” ni kalıcılaştırıyor.
İki somut öneri (aslında dayatma) sunuyor Müslümanlara;
- a) Zahiri aşırılık (Vehhabilik orijinli): Şekilci, literal, yorumu kerih gören, gelenek düşmanı… ( Bu aşırılık biçimine Kabe’nin simülasyonu önünde yarı çıplak dans etmekten canlı yayında kafa kesmeye; esir alınan Ezidi kadınların köle pazarlarında satılmasından, gökdelenlerdeki “gösterişli görgüsüzlüğe”, hemen yanı başında Filistinli/Gazzeli insanlar İsrail’in ırkçı/ apartheid rejimi tarafından barbarca/vahşice katledilirken müzik festivalleri düzenlemeye kadar birçok örnek verilebilir. )
- b) Batıni aşırılık (işraki/sufi/mistik orijinli) : içsel, manevi, bu dünyayı kerih gören, anti-müteşerri, ultra-esnek, senkretik, heterodoks, geleneği kutsayan…
bu iki aşırılık ta modern paradigmanın hegemonyasını tahkim ve terviç etmek için oldukça elverişlidir. Çünkü modernite İbrani-Hıristiyan ittifakının sonucudur. Bu ittifakta İbrani gelenek “zahiri aşırılığı” Hıristiyan gelenek ise “Batıni aşırılığı“ temsil eder. Anlıyoruz ki “beyaz adam” İslam dünyasını, Hıristiyan-Yahudi geleneğinin tarihsel tecrübesine yak(ın)laştırarak kontrol ve denetim altına almak istiyor. Yani oyunu kendi belirlediği kurallara göre oynuyor.
Buradan hareketle denebilir ki bu aşırılık türlerine angaje/entegre olan hiçbir fert/toplum/ülke sömürgeci-emperyalist mevcudiyetle yüzleşemez/hesaplaşamaz. Bilakis bu mevcudiyeti meşrulaştıracak zeminin inşasına çok özel çok hayati çok müstesna katkı/lar sunar. Şayet bunların dışında bir model iddiasıyla öne çıkan İslami hareketler olursa, işte o zaman “beyaz adam” yanına (bugün olduğu gibi) İslam dünyasının zahiri ve batıni aşırılıklarıyla maruf yapılarını alarak o hareketleri boğmaya, yok etmeye çalışır. Hamas’ın/ Gazze’nin yıllardır ve özellikle de Aksa Tufanı sonrası maruz kaldığı barbarlığın esas sebebi burada aranmalıdır diye düşünüyorum. Benzer şekilde 1979’dan beri İran’ın ve sonrasında Hizbullah’ın çok yönlü sıkıştırmaya/ ablukaya maruz kalmasının nedeni de, modern paradigmanın kavramsal ve kurumsal egemenliğine meydan okuyan üçüncü bir yolun mümkün olduğunu göstererek, sömürgeci-emperyalist-siyonist-kapitalist mevcudiyetin varlığını tehdit etmeleridir.
Bu bağlamda Suud’un cari küresel hegemonyanın İslam dünyası toplumları üzerinde kalıcı hale gelmesi amacıyla mühim bir rol üstlendiğini, bundan dolayı da çok özel bir himayeye mazhar olduğunu söylemek mümkündür. Judeo-Hıristiyan ittifak, genelde İslam dünyasının özelde ise kolonyalistlerin Ortadoğu olarak adlandırdığı yakın coğrafyamızın İslam algısını vehhabi orijinli aşırılıklara angaje etmek istiyor. Hem Mekke ve Medine’ye ev sahipliği yapmanın manevi ayrıcalığı hem de petrol gibi çok hayati bir maddi zenginliğe sahip olmanın imtiyazını elinde bulunduran Suud, küresel sistemle İslam aleyhine çok yönlü çok boyutlu çok sinsi bir işbirliğinin orkestra şefliğini yürütüyor. Yanına Körfez Krallıklarını da alarak bölgenin ABD-İsrail çıkarları doğrultusunda dizayn edilmesine liderlik yapıyor. Gerek Mısır’da Mursi’nin devrilmesi sürecinde, gerek Libya’da Kaddafi’nin elimine edilmesinde gerekse Suriye’de iç savaşın serpilip-büyümesinde sağladığı para-silah-istihbarat desteğiyle coğrafyanın hallaç pamuğu gibi atılmasında rol oynayan Suud, görünen o ki, önümüzdeki dönemde yeni gerilimlerin finansörlüğünü yapacak.
Beyaz adamın Ortadoğu temsilcisi İsrail, kuruluşundan beri dış politik stratejisini iki temel olgu üzerinden şekillendirdi:
1- Etrafını çevreleyen Arap ulusların alt-kimlik kodlarını öne çıkararak onlar arasında oluşması muhtemel anti-siyonist ittifakları engelleme ve nihayetinde asimile-elimine ederek paryalaştırma.
2- Arap olmayan (Türk-Kürt-Çerkez-Fars) uluslarıyla yakınlaşma ve dayanışma. Bunu yaparken de bu ulusların kendi aralarındaki gerilimlerinden istifade etme.
Birinci amacına ulaşmak için Suud’un vehhabi orijinli “zahiri aşırılığı” nı kullandı. Bu aşırılık sayesinde bölgedeki mutedil/vasat yapılar kriminalize ve terörize edildi. İhvan hareketinin neredeyse bütün Körfez Krallıkları tarafından hedefe konmasının nedeni sözünü ettiğim bu aşırılığa tevessül etmemesi, vasat-mutedil çizgiyi muhafaza etmeye özen göstermesidir. Öte yandan Mısır-Suriye-Irak hattında öne çıkan Arap Sosyalizmi(Baas)’nin etkisizleştirilmesinde de Suud’un çok özel çok hayati katkıları oldu. Baas rejimlerinin Sovyet Rusya nüfuzunda olması, Filistin’in İsrail tarafından işgalini tolere etmemeleri, kapitalist ekonomik modele mesafeli durmaları bu rejimlerin tehdit olarak algılanmasına zemin hazırlamış, nihai kertede Camp David anlaşmasıyla Mısır, ikinci Körfez Savaşıyla Irak ve şimdilerde de Suriye baas rejimleri tasfiye edilmiştir. Bu tasfiye süreçlerinin tamamında Suud anahtar roldedir. Aksa Tufanı öncesinde İsrail, Körfez Krallıklarıyla “İbrahim anlaşmaları” adı altında normalleşme (aslında İsrail’e biat etme ) anlaşmaları yaparak elini güçlendiriyordu. Suud’un da anlaşmaya evet demesi halinde Filistin’in izolasyonu tamamlanacaktı. Tufan bu sürecin amacına ulaşmasına engel oldu.
İsrail ikinci amacına ulaşmak içinse NATO konseptinden istifade etti. Yani ABD-İngiltere hattının inisiyatifiyle Arap olmayan uluslarla irtibatını güçlendirdi ve bölge denkleminde caydırıcı güç oldu. İngiltere’nin sömürgecilik tecrübesinden tevarüs ettiği oryantalist birikim İsrail’in Ortadoğu’daki stratejik aklını şekillendirirken, ABD’nin askeri-iktisadi-politik gücü yayılmacılığını sağlayan en önemli enstrüman oldu. İran 1979 ‘daki inkılapla ABD yörüngesinden çıkıp İsrail için tehdit olmaya başlayınca Türk-Kürt uluslarıyla yakınlık daha bir önem kazandı. BU yakınlık Irak ve Suriye’nin İsrail için tehdit olmaktan çıkarılması sürecinde çok yönlü ilişkilerin geliş/tiril/mesine imkan verdi.
Zahiri aşırılıklarıyla maruf Suud’un son yıllarda seküler aşırılıklarıyla gündeme gelmesi oldukça dikkat çekicidir. “Neom projesi” bu bağlamda ele alınabilir. Görünüşte petrole bağımlı olmaktan kurtulma ve modern dünyayla tam entegrasyon amaçlı olduğu izlenimi veren bu proje, esasında, judeo-hıristiyan ittifakın İslam dünyası toplumları için uygun gördüğü yaşam pratiğinin ete kemiğe bürün/dürül/mesi anlamına gelmektedir. Suud bir yandan vehhabilik üzerinden Ortadoğu’yu emperyalist-sömürgeci-siyonist müdahaleye açık hale getirirken (hatta hazırlarken) diğer yandan attığı abartılı seküler adımlarla vehhabiliğin anti-tezini üreterek iki büyük aşırılık arasında salınmaktadır. Mekke ve Medine gibi aziz beldelere ev sahipliği yapan bir ülkenin bu iki aşırılıkla yan yana anılması İslam dünyası toplumlarının bilinçaltına yönelik kapsamlı bir saldırı olarak okunabilir. Yüzümüzü döndüğümüz mübarek beldelerin (kıblemizin) hürmetine ve izzetine yapılan bu saldırı İslami bilincin aşındırılması-pörsütülmesi amacına matuftur.
Kıbleye sahip çıkmak, renksiz-kokusuz-tatsız-akışkan kimliklerden teberri edip her hal ve şartta ilahi sınırları gözeten kaya gibi sağlam mü’min/mü’mine kimlikte ısrar ve inat etmektir. Kıbleye sahip çıkmak, mekan-insan ilişkisini fetişist/pagan yönelimlerden arındırıp “değer sistemi” bağlamına raptetmektir. Kıbleye sahip çıkmak, İbrani-Hıristiyan ittifakıyla projelendirilen seküler-ırkçı-materyalist-sömürgeci aydınlanma ideolojisine isyan ve itiraz etmektir. Kıbleye sahip çıkmak, Westfalya Düzeni’nin icat ettiği ulus-devlet realitesini, etno-kültürel dayatmayı, homojen-tektip-birörnek-basmakalıp insan yığınları icat etmeyi reddetmektir. Kıbleye sahip çıkmak, kutsaldan arındırılmış bilginin felaket getireceğini, insanlığın felahının kutsala ram olmuş bilgiyle mümkün olduğunu beyan etmektir. Kıbleye sahip çıkmak, mutlak kötülük olan siyonizmin İbrani-Hıristiyan köklerini deşifre etmek, bu köklerin modern/post-modern paradigmada içkin olduğunun farkına varmaktır. Kıbleye sahip çıkmak, emperyalist-kapitalist- sömürgeci (kolonyalist) dayatmaları reddetmek, ilahi vahiy bilgisi ve nübüvvet pratiği esinli bir hayatın mümkün olduğunu ilan etmektir. Kıbleye sahip çıkmak, bilinci yaralı Müslüman toplumların dirilişine vesile olmaktır. Kıbleye sahip çıkmak, tarihin ve coğrafyanın kader olmadığına, ilahi vahye ve nübüvvete tam teslimiyet koşuluyla her hal ve şartta müstesna bir şahitliğin inşa ve ikame edilebileceğine inanmaktır. Kıbleye sahip çıkmak, Sykes-Picot’un ezeli ve ebedi gerçeklik olmadığını idrak etmek, yeni Sykes-Picot’lara karşı uyanık olmaktır. Kıbleye sahip çıkmak, etnik ve mezhebi gerilimlerin emperyalizmin ve sömürgeciliğin işini kolaylaştıran en etkili manipülasyon aracı olduğunu, şayet bu gerilimleri yönetmeyi öğrenemezsek asla ve kat’a haysiyetli bir yarına uyanamayacağımızı bilmektir. Kıbleye sahip çıkmak, metafiziği olmayan fiziğin, manası olmayan maddenin, ahireti olmayan dünyanın, gökle irtibatı kesilmiş yerin, ruhun kıvamını ciddiye almayan bedenin insanlığın felaketi olacağını idrak etmektir. Kıbleye sahip çıkmak, sahici ilmi-entelektüel çabanın zalimlerin hoşnutluğu için değil, hakikatin tebellür ve taayyün etmesi için olduğunun şuurunda olmaktır.
“Beyaz Adam” (Türkiye de dahil) Ortadoğu’nun dindarlaşmasını istiyor. Elbette ki yukarıda dikkat çekmeye çalıştığım “zahiri ve batıni aşırılık” seçeneklerinden birini (veya her ikisini) tercih etmek koşuluyla… Çünkü bu tercihler “beyaz adamı” bu coğrafyada kalıcı kılıyor ve onun değer sisteminin “yüceliğini ve alternatifsizliğini” ispat ediyor. Fukuyama ve Hungtington’un 1990’lı yıllarda kaleme aldığı “Tarihin Sonu” ve “ Medeniyetler Çatışması” tezine meşruiyet kazandırıyor. Yeni bir modelin mümkün olduğunu, insanlık ailesinin Judeo-Hıristiyan esinli modern/post-modern gerçekliğe mahkum olmadığını, zahiri ve Batıni aşırılıklara tevessül etmeden de yüce İslam’ın ruhuna uygun iktisadi-siyasi-hukuki-içtimai bir sosyal gerçekliğin inşa ve ikame edilebileceğini, teorik ve pratik boyutlarıyla, gündeme getiren mutedil/vasat yapılara göz açtırılmazken (hatta şeytanın bile aklına gelmeyecek) yol ve yöntemlerle bu yapılar bertaraf edilmeye çalışılırken, sözünü ettiğim aşırılıklarla öne çıkan yapıların önü, özellikle, açıldı/açılıyor.
Türkiye adım adım Pakistanlaş/tırıl/ıyor… Pakistanlaşmak; toplumsal bünyenin çürümesi, şekilci dindarlıkların öne çıkması, devlet kurumlarının (bilhassa hukukun) yozlaşması, siyasetin taşralı/köylü/feodal kodlara indirgenmesi (yani cepheleşmesi, ilkel ve arkaik perspektife mahkum olması) , etnik-mezhebi enstrümanların belirleyici ve tayin edici hale gelmesi, güvenlik-istihbarat bürokrasisinin semirmesi, askeri-sınai kompleksin obezleşmesi, sosyolojik anlamda “birey ve toplum” un, yüce Kur’an’ın diliyle de “millet”in ortadan kalkması demek… Bunun özelde Türkiye’ye, genelde ise insanlık ailesine maliyeti çok ağır olacak.
Aralarında Türkiye’nin de olduğu İslam dünyası toplumları büyük ölçüde vaaz diline aşina ve fakat fikir dilinden bihaber olduğu için meseleleri hem illiyet bağından hem de tarih ve coğrafya gerçekliğinden soyutlayarak ele alıyor. Böyle olunca yakın coğrafyamızda olup bitenlerin mahiyetine ve keyfiyetine dair vukufiyet zaafı ortaya çıkıyor. Hamasetle büyülenen toplumsal bünye eformasyon şebekelerinin ayartıcılığını fark edemediği gibi sömürgeci-emperyalist hegemonyanın emellerini de idrak edemiyor. İngiltere, geçmişte olduğu gibi bugün de dindarları son derece profesyonelce yönlendiriyor. Muhafazakar modernleşmenin ana üssü olması bakımından Türkiye dindar/milliyetçi havzalarının da gıpta ettiği İngiltere, sömürgeci geleneğinden tevarüs ettiği bilgiyi II. Dünya savaşından sonra ABD’nin emrine vererek küresel hegemonya mücadelesinin kurmay aklı rolünü üstlendi. BU kurmay akıl İslam dünyasına vehhabi orijinli zahiri aşırılıkla mistik/sufi orijinli Batıni aşırılık önererek (aslında dayatarak) rızasına uygun bir sosyal gerçeklik inşa etmek istiyor. Bu gerçekliğin dışına çıkmaya çalışan yapıları ise devşirmeleri eliyle bertaraf etmeye çalışıyor. Hamas-Hizbullah-Yemen-İran ittifakının anti-siyonist/anti-emperyalist/anti-sömürgeci direnişi karşısında madara olan beyaz adam, HTŞ-Nusra v.b memurlarını devreye sokarak, bu müstesna ve muhteşem direnişin/ittifakın küreselleşmesini engellemeye çalıştı/çalışıyor. Körfez Krallıklarını (hassaten Suud’u) ve bölgesel aktör Türkiye’yi de yanına alan beyaz adam, İsrail’in güvenliğini merkeze alan yeni bir düzen kuruyor.
NOT: BU yazı’m Umran Dergisi’nin 365.sayısında aynı başlıkla yayınlanan metnin gözden geçirilmiş, bazı ekleme-çıkarmalarla tadil edilmiş halidir.
Kaynak: farklibakis.net