Emanet, günlük dilde çokça kullandığımız üzere aslen bir teklif içerir. Birine bir şeyi emanet etmek istemi bariz bir tekliftir. Bu teklif, isteyen açısından koruma/saklama amacına matuf olarak istenir. Bu açıdan bakıldığında emanetin asıl sahibi onu teklif edendir. Emanetin kendisine teklif edildiği kişinin ise bu teklifin kendisine yapılması dolayısıyla ehil olduğu anlaşılır. Ehil olan kişi eğer bu teklifi kabul ederse bu durumda mükellef olur ki bu, başkasına ait ve korunması gereken bir şeyi geçici bir süre “sahiplenme” durumunu belirtir. Bu da aslen bir sorumluluk ve yükümlülüktür. Bu durumda emanet teklifi, muhatabına bir sorumluluk yükleme teklifidir. Bu bir liyakat meselesidir aynı zamanda. Bu bağlamda, ne zaman ve hangi konuda bir emanetten bahsedilirse orada ilk evvel ehliyet/liyakat vasfı akla gelir. Burada emanetin kendisinden ve sahibinden ziyade, emanetin korunması ve istenildiğinde geri verilmesinin söz konusu olduğu aşikârdır.
Emanetin kendisine güvenle verildiği kişinin ehil olarak adlandırılması da aslında bundandır. Çünkü emaneti veren kişi bilir ki emanet onu alan kişi tarafından bihakkın korunacak ve tekrar iadesi mümkün olacaktır. Bu onu güvenilir olmanın yanında aileden biri yapar. Ehil denmesi de bundandır, çünkü ehil kelimesi başka bir açıdan “içimizden biri” mahiyetini taşır. Bu kişinin kan bağı ile bağlanmasına gerek yoktur. Ebeveyn, kardeş ya da evlat hükmündedir adeta. O denli güvenilmiştir. Emanet ilişkisinde veren kişiden çok verilen kişinin vasfı önemli olduğu için veren açısından asli ya da sıhri bir akrabalık şartı gözetilmediği gibi dini, mezhebi, milleti açısından dahi birlikteliği şart değildir. Kişi ehilse emanet ona gözü kapalı tevdi edilir. Bu aslen emanetin iman ile aynı kökten olmasından kaynaklanmaktadır. Bu yüzden emaneti almamak belki yardımlaşma konusunda geri bırakılmayı doğursa da, emanete riayet etmemek başlı başına bir ihanet olarak değerlendirilir. İhanetin olduğu yerde iman asla yer etmez.
İman kişiye eminlik, karşısındakine de teminat veren bir olgudur. Bu durum, kişinin açık ve net oluşu ile ilgilidir aslında. Karmaşık bir durum yoktur. Kendi inanç ve yaşam durumunu imler. Başkasını bağlamaz, başkasına karışmaz. Herkesin imanı kendinedir. İman dairesinde bağdaşık olanlar paylaşıma girebilir ve ortaklık oluşturabilir. Ancak bu en nihayetinde kişisel bir deneyimdir ve değişken olma ihtimalini uhdesinde her daim barındırır. Bu değişkenlik bambaşka kümelere sirayeti de sağlayabilir, kendi içinde büyüyüp gelişmesini de. İman pek tabiidir ki emanet değildir, ne emanet edilir ne emanet alınır. Herkesin imanı kendisinedir, kendisiyledir. İman bir yük değildir, eğer yürek paslı değilse. Yük olma biraz sırt meselesi ile ilgilidir, taşımayı içerir. Lakin iman bir göğüs içinde barınır, içselleştirmeyi çağrıştırır. Bu açıdan bakıldığında iman bir sahiplik değil, bir kesilme hâlidir. İman sahibi olunmaz, bunun yerine imanlı olunur. İman o kişide tezahür eder. Ancak imanı açığa çıkaranlardan biri, belki de ilki, onun emniyet ve teminat gösterilmesindedir. Bireysel açıdan kişinin elinden, dilinden, belinden bir emniyet içermesi onu sâlim, müslim kılarken; toplumsal açıdan da her tür ilişkide teminat göstermesi onu emîn, mü’min yapar. Kur’an’da emanet kelimesi, yerine getirilmesi ve ihanet edilmemesi bağlamında geçmektedir. Bu bir ahit olabildiği gibi bir nesne de olabilmektedir. Bu kelime ile beraber değerlendireceğimiz ve şehir bağlamında kullanabileceğimiz bir diğer önemli kavram da vizr olarak karşımıza çıkar.
Kur’an’da emanet kelimesi, yerine getirilmesi ve ihanet edilmemesi bağlamında geçmektedir. Bu bir ahit olabildiği gibi bir nesne de olabilmektedir. Bu kelime ile beraber değerlendireceğimiz ve şehir bağlamında kullanabileceğimiz bir diğer önemli kavram da vizr olarak karşımıza çıkar.
Çok bilindik bir sure olarak İnşirah suresinden hatırlanabilen “vizr”, bir paylaşım içerir. Türkçemizde de kullanılan ve siyasi bir kelime olan “vezir”in yüklendiği misyonu düşündüğümüzde sanırım bağlam daha da iyi anlaşılacaktır. Kişi için vizr, paylaşımın beklenmesi ve bu sayede yükün hafifletilmesi açısından oldukça anlamlı ve gereklidir. Kişi tek başına da olsa yaşar ve yapar. Ancak beraberinde biriyle saf tutmak ve paylaşmak, kişiyi hem dayanışma ve kaynaşma aşçısından mutmain kılar hem de bu sayede gerek kendi birikimini iletmek gerekse de muhataplarından birikim elde etmek adına zenginlik oluşturur. Vizr, kat kat olmak ve fakat katlanmışlığı azaltmaktır. Vizri ayakta tutanın zikri göğe yükselir. Şanı da soyu da asla kesik olmaksızın ilelebet devam eder. Kesret değil Kevser içindedir. İstif değil infak içindedir. Verdiğinde kendi(si)nden vermez, kendi(si)ni verir.
Vizr ve emanet arasında şehir
“İnsanlar şehri kurarken şehir de insanları kurar.” “Şehri kendimize benzetirken biz de şehre benzeriz.” “Nasıl inanıyorsak öyle yaşar ve uygularız.” Tüm bu motto kabilinden ifadeler; insanın zaman, mekân, kişi ve nesne ile olan ilişkisini belirlemede bize anahtar rol üstlenir. İnsanı merkez alan dünya görüşü, tüm kâinatın kendisi(nin emri)ne amade kılındığını zanneder. Juda-Grek düşüncede böylesi bir okumanın yeri ve süreci bilinmektedir. Müslüman dünya görüşü içinde bu süreç; insanla uyum içinde olan, özne ve nesne ile merkez ve çevre çatışmasının hatta ayrışmasının olmadığı bir bakışa davet eder. İlkine göre dünyayı tarumar eden bu bakış açısı diğerine göre imar faaliyetidir.
Kişi imanla doğar; çünkü varoluşunun nirengi noktası olarak da telakki edilen fıtrat, imanın, dolayısıyla da dinin kendisidir. Bu; ibahatın, hayrın asıl ve asil oluşu ile ilgilidir. Başka bir ilgisi de bozulmanın sonradan olduğuna işarettir. İnsanın cennette var olması da aslında bunun göstergesidir. Düşüş ise tam da bu asli ve asil konumu kaybetmekten gelir. Bunun da tek sebebi, insanın mülk sahibi olma ya da ölümsüz olma isteğidir. Çünkü bu kıssa bir biyografi içermez, başka bir deyişle tarihte yer almış bir şahsa ait değildir. Bu kıssa doğumdan ölüme her insan bireyinin kendi yazgısını belirlemeyi içerir.
Emanet bahsiyle açarak dosyamıza da sadık kalırsak, insanın varoluşu cennette başlar. Yaratılışın ahsen oluşu, yaratılanların konumunu da cennet kılmıştır pek tabii ki. İnsanın kendini bilmesi çerçevesinde hareket etmesi, kâinatı/âlemi bilmesini de gerektirir, bu da zaten Rabbi bilmenin diğer adıdır. Yol bellidir ve aslında da tektir. Ya yolda gidilecek ya yoldan çıkılacaktır. Yolu bilen ve yolda yürüyenler; bir emanet ve teklif olarak bakmaksızın, yaşadığı çevreyle ve ilişki kurduğu kişilerle sağlıklı, sağlam bir etkileşime girer, ömrünü imar ve umran içinde çerçevelendirir. Çünkü o, tek başına ve sadece bir özne değildir; tüm özneler içinde bir özne olarak, ancak özneler arası ilişki üzerinden hareket ederek işlerini âsan edebilir. Onun halife olarak addedilmesi egemen bir sınıf ve iktidar arzusu için asla değildir. Onun halifeliği, selefleri olan yeryüzü ve gökyüzü ile bunların arasında var olanlar içindir. Özne olarak konumlandırıp halife sıfatını muktedir anlamında yakıştıranlar, yarışa yanlış başlayanlardır. Bu bakış beraberinde emanet adı altında bir çekidüzen verme faaliyetini getirir ki iktidar hırsı ile ütopyaların var edilmesi işten bile değildir. Bu doğrultuda kendince teklifler sunar ve kendi buyruğuna tapar. Israrı ve inadı, hangi anlayışa dayanırsa dayansın, görünümüne aldanmaksızın bakıldığında aslında distopya içerir; zira doğal değildir ve asliyetini kaybetmiştir. Ancak buna bir emanet ve vizr çerçevesinden bakan, kendi halefliğinin de bir gün selef olacağını göz önünde bulundurarak, mülk edinmeye de kalkmaz, ölümsüzlüğe de soyunmaz. Kendisine sunulan cenneti gün gelir devreder ancak. Eğer bu cennet cehenneme çevrilmişse onun cehdi bu nârı nura çevirmektir. Çevirme ifadesi aslında fazla bir kullanımdır
***
bu bağlamda; nârın giderilmesi zaten nurun açığa çıkması olacağı için, o ne nâra bulaşır ne nârı yerinde bırakır. Ancak her daim şunun da bilincindedir ki nâr ve nur hep iç içe olacaktır, her ne kadar kendisi nârdan nura koşsa da. Bu iman dairesi içinde kişinin cehdi, bir emniyet ve teminat içermekten başkası değildir. Şehir de kursa şehri de kurtarsa, şehir ona zindan da olsa bahçe de kılınsa sonuçta eminlik ve teminat bakidir.
Günümüz şehirleri atopos (olmayan yer/yersiz) çerçevesinde kurulan şehirler olduğu için, kişiler de kurarken ya da yaşarken ona benzer nitelikte anomos (olmayan isim/isimsiz) hâle gelir. Çünkü fark yaratmak ve kendini kanıtlamak adına yapılan hamleler, şehri şehir olmaktan çıkarır, yaşayanları da birbirine benzer kılınan tek tipler hâline getirir. Bu yüzden şehir için sürekli değişiklikler ve sözüm ona gelişmeler/genişlemeler yapılmaya çalışılır. Ama her vuruş bir yapıbozumdur ve kimliksizleştirir, renksizleştirir. Burada emniyet ve teminat yoktur. Nasıl olsun ki, dünün sokak adı bile değişiyor, yerleşim yerleri bile acayipleşiyorsa…
Vizr olarak bakılan yerler, kişinin imanı gibi emniyet ve teminat içerir şekildedir. Orada yalnızca tadilat vardır. Tabii buradaki tadilat, günümüz mimarisinde çok kişinin anladığı ve yaptığı gibi yerinden etmeyi içermez, olduğu gibi bırakmayı da. Adl kelimesinin insanın yaratılışı için kullanılan ayetteki iması ve manası gibi, düzenleme adına asla bir yapıbozum değildir. Elbette imanın kendi içinde artıp eksilmesi gibi imar faaliyetleri ve şehir düzenlemeleri de farklılık gösterebilir. Bu bazen insan eliyle olur bazen de afet gibi bir doğal vesileyle oluşur. Ancak tüm bunlara rağmen iman üzere olma ve bir emniyet ile teminat içerme özelliği asla kaybolmaz. Bu yüzden Müslüman dünya görüşüne sahip şehirler katlanmayı değil kat be kat olmayı içerir, içindekilere bu bilinci kazandırır.
Dikey boyut tarzında yapılanmalar katlanmak üzere yapılmış yapılardır; hak ve hukuk hak getire. Ancak yatay boyut üzerinden şekillenen şehir tipi, saf saf olmayı çağrıştırır; kimsenin hakkı kimseye geçmez. Aynı şekilde grid planlarla kurulu garnizon kentler perspektif içererek matematiksel biçimde örgütlenmiş mekânı ve bakışı ele geçirme üzerinden yürütülürken, galaktik yapı biçimi ise görmenin tüm biçimlerini serdeder ve tam da hayata uygun bir biçimde çeşitlilik arz eder. Garnizon kentler bu yüzden bir emniyet ve teminat içerir gibi görünse de aslında yapılan kontrollü bir yaşam tarzıdır. Galaktik şehirler de sanki bir karmaşa içerir gibi görünse de aslında yerinde bir bilinç ve özgür bırakma hadisesini yaşatır.
Katlama biçimini yapanlar ve yaşayanlar için şehir bir katlanma biçimini doğurur. Tamamen yüktür. Çünkü hepsi birer hımbıl şehir olarak hamallık yaptırır. Süslü görünen tarafı yapaydır, aldatıcıdır. Bir dönem zevk verse de zamanı geldiğinde acı gerçekler karşımıza çıkacaktır.
Bu ifadelere bakarak, şehir planlaması ya da restorasyon yapmanın anlamsızlığı iddiası çıkarılmamalıdır. Adı ne olursa olsun sonuçta yerleşim yeri olarak bir bölgenin ihdası, hem yaratılışta var olan cenneti ihya etmek hem de ölüm sonrası cennet adına benzeşimler yapmak içindir. Bu asla ütopya ya da idealize etme değildir. İmanın kavi ve kayyim oluşu, beraberinde salih amel çerçevesinde ona uygun ve yaraşır biçimde bariz olmasını gerektirir. Aynı zamanda hasenat olarak adlandırılan bu uygulamalar, iz bırakacak eserler ile kayıtlanırsa, hadiste belirtildiği gibi sadaka-i cariyeden olur ve tüm insanlık ondan faydalanır. Asıl emniyet ve teminat bu imarın yapılış amacı ile yapılış sürecindedir. Sonuç odaklı bakarak başımızı sokacak yer ya da içinde nefes alacağımız bir yerleşim gözüyle bakıldığında orada sürdürülen ömür ve oradan hâsıl edilen umran, bizi biz olmaktan çıkarabilir. Kent bizi kenetlemeli iken tam aksine kement gibi boğazımıza bağlanır ve bizi sürükler.
Şehir bir kuruluştur haddizatında. Tabii ki kurulum, kuran kişiye bağlı olarak değişir. Her ne kadar çoğu insan başlangıçtaki kuruluma katkıda bulunmamış olsa da ve kurulan bir düzeneğe hazır giriş yapsa da sonuçta o kurulum bağlamında kendisini kurar. Şehrin bu kurulum/kuruluş sayesinde kuram’a dönüşmesi ise şehrin bir düşünce/fikir ifade etmemesi, yaşayanların da düşünce/fikirden azade edilmesi anlamına gelir. Taha Abdurrahman’ın dikkat çekici ayrıştırmasıyla tefekkür yerine tefkiri doğurur ki ilkinde hasbilik diğerinde hesabilik vardır. Kuram denilen şey aslında tefekkür değil tefkir içerir: Ölçme, tartma değerlendirme… İşte kuram, tam olarak budur. Zira bizde kuram olarak çevrilen Yunanca teori ve Arapça nazariyat, bir bakışı imler. Bu bakış, içinde hayret barındıran bir düşünme biçimidir. İçine düşerek içinde düşünme ve ilerisini düşlemeyi salık verir. Sonuçta kelimenin anlam kökü bunu içerse de bağlamı ve kullanımı kuram’a dönüşürse hangi dilden hangi kelime olursa olsun fark etmez, orası çölleşmiştir; “vay çölü büyütenlere…”
Şehir bir manzara hüviyetine dönerse orada nazariyat vardır demektir. Ancak bu manzara bir vitrin mahiyetinde göstermelik bir durumsa sahte ve sathi bir akisle nazar da manzara da nazariyat da kaybolur. Kurumsal ve kuramsal davranışlar ve yapılanmalar işte bu algı üzerinedir. Onun emniyeti ve teminatı yoktur. Perspektif üzerinden dar bir bakışla gerçekleşen bir bakılan vardır. Bakanın özneleşmesi nedeniyle bakılan nesneleşmiştir artık. Ancak özne yanılgısı, bakılanın da aslında bakanı etkilediğini unutarak, her daim kendisinin özne ve önde olduğunu sanıp yanılır. Emniyet ve teminatı bu yüzden de kalmaz.
Emin beldeler konuşur, konuşturur da. Oradaki konaklar ve konuklar konu açar ve konuşmaya davetiye çıkarır. Bu konuşmalar bir kuş misali uçar ve konar, iz bırakır. Şehirler bu açıdan birer izlektir. İz bırakır ve aynı zamanda iz alır. Bu izler şehri fosil yığını hâline getiren ve buradan da müzeler meydana getirten, nostaljik havalar estiren bir yığılma ve katlama değildir. Latin özdeyişi “söz uçar yazı kalır” demesi, tam da hafıza ve hatıranın yok oluşuna işaret eder. Romantik düzlemde kalan eski değerler/ eserler, aslında eksiklikleri kapama için birer yamadır. Çünkü yanı başında farklı yığılmalar başlamıştır. Eski ile yeni adlandırmasıyla kitsch bir hava yaratır. Söz uçar evet ama bu uçuculuk bir iz, bir rayiha, bir tohum bırakır. Orada yeniden filizlenir ve açılır. Bu açıdan iman dairesinde söz ile eylem, söz ile yazı arasında ayrım yoktur. Hepsi zaman, zemin, kişi bağlamında yeniden üretilir ve sorumlulukları ile paylaşımları tamamen sahiplerine aittir. Yazı da uçar bu bağlamda; uçarak bir iz ve bir tohum bırakır, yeniden var olma ve çoğalma adına. Latinlerin “uçar” dediği söz, onu itibarsızlaştırmak için dillendirdikleri gevezelik mesabesindedir. “Kalır” dedikleri yazı ise tıpkı rezidanslar/plazalar gibidir, hiçbir izi ve ederi yoktur. Katılaşmış, taşlaşmıştır. Söz ya da yazının sahibine ait olarak uçabilme özelliği, beraberinde sahibini de kanatlandırır. Bu kanatlanma bir katlanma değil, emanetin vizr eliyle kat kat olmasını sağlamak içindir. Uçmaklığın cennet ile karşılandığı geleneğimizde, aslında cenneti kazanma biçimini de gösterir. Bu bir çeşit göç eylemedir, daha da ilerisi hicrettir. Yeryüzünün olanca büyüklüğüne rağmen kalıcılığa soyunan yerleşik biçim onu darlaştırır. Mekân ve zaman bir ağırlık olarak sürekli tahammüle dönüşür. Sahibini de hamal kılar. Bu cehalet ve zulmeti getirir. Hicret edebilme yeteneği, yapının da yapanın da kalıcı olmadığını ama her şeye karşın iz bırakmasını savunur.