Cemaatler halinde yaşayan, ortak bir asgari kural ve ahlaki zeminde anlaşamamış, güvensizliğin esas olduğu bir toplumda yaşıyoruz.
Karşı cemaatten birine karşı ahlaki sorumluluk duymak hatta diyalog kurmak ya ihanet ya aptallık ya da ?yaranmaya çalışmak? demek.
O yüzden konuşmalar cemaat içine dönük, büyük bir çoğunluk sadece kendi mahallesine karşı ahlaki sorumluluk duyuyor.
Ama yine de insan bazı sözlere şaşırıyor.
İnsanlığa karşı naif iyimserlik duyguları, haber kaynaklarına duyulan güvenilmezlikle birleşince ?sahiden demiş olabilir mi? diye şüpheleniyorsunuz.
Sonra karşınıza konuşmanın video kaydı çıkıyor. Sahiden demiş:
"İnsan hakları ihlali deyince akla somut söylenebilecek bir iki tane olay bile gündeme getiremiyorlar. Bu çok algı ve yanlış söylemlerle birlikte aleyhimize kullanabilecek bir alan olarak görülebiliyor. Aslında bunların hiçbiri doğru değil. Türkiye insan hakları noktasında pek çok Avrupa ülkesinin ve ABD´nin kendisini özgürlük ve insan hakları noktasında ileri olarak niteleyen pek çok ülkenin standartlarının üzerindedir şu an. O yüzden insan hakları ihlalinin olduğunu söylemek aslında Türkiye´yi farklı ülkeler ile kıyasladığınız zaman mümkün değil. Burada şuna dikkat etmek lazım. Bütün dünya da uluslararası platformlarda devletlerin güvenlik politikaları ile insan hakları politikalarının tartışıldığı bir dönemdeyiz. Pek çok toplantıda ülkeler kendi sınırlarını duvarlarla kapatıp kendi başlarının çaresine bakmasını düşündüğü ve kendini kurtarmanın çabasında olduğunu anlattığı bir dönemde Türkiye tam tersine sınırların dışına taşmış bütün mazlumlar için, bütün insanlar ve insan hakları için özellikle insan onuru için ne yapabilirim diye düşünen ve dert edinen bir ülke. Bunu dert edinen dünya da başka bir ülke yok. O yüzden Türkiye´de insan hakları ihlali olduğunu söylemek artık abestle iştigaldir. Sonuçta hukuk ve kanunlar herkes için geçerlidir. Türkiye bir hukuk devletidir. Hukuka aykırı kim iş yapıyor ve ülkeye zarar veriyorsa ve terör örgütleri ile iş birliği içerisinde kanuna aykırı iş yapıyorsa elbette hesabı sorulacaktır.?
Bu sözleri ağzından duyduğunuza şaşırmayacağınız pek çok isim var.
Türkiye´nin gurur verici mülteci siyasetini, içerideki bütün günahların, hataların üzerini örtmek için kullanmaya çalışan köşe yazarları, siyasetçiler, apolojistler de çok.
Zaten hayal kırıklığının esas sebebi bu sözleri isminin başında AK Parti İnsan Haklarından Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı yazan birinin söylemesi de değil, Leyla Şahin Usta´nın söylemesi.
Şimdi devlet gücünü ellerinden kaybedince ortalıklarda hak, hukuk diye dolaşan, geçmişe dair de en ufak bir özeleştiri vermeyen pek çoklarının zamanında hararetle desteklediği ya da görmezden geldiği Türkiye tarihinin en utanç verici ayrımcılıklarından biriydi başörtüsü yasağı.
O ayrımcılığın simge ismi ise Leyla Şahin´di.
1998 yılında İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi´nde 5. sınıf öğrencisi iken, uygulanmaya başlanan başörtüsü yasağı yüzünden sınavlara ve derslere alınmayan öğrencilerden biriydi.
Mezuniyetine bir yıl kala uğradığı bu ayrımcılığa karşı eylemlere, protestolara katılmış, gözaltına alınmış, DGM´de yargılanmıştı.
Ama o günlerde ?beka´sını başörtülü kızlara karşı koruyan devlet yine de geri adım atmamıştı.
Leyla Şahin de başka pek çok başörtülü öğrencinin yaptığı gibi burslarla yurtdışına gitmiş ve tıp eğitimini Viyana´da tamamlayabilmişti.
Ama Şahin´i esas simge haline getiren bu ayrımcılığı AİHM´e taşıması oldu. Altı yıl süren davada ilk karar 2004´de verildi, daha sonra temyiz için gidilen Büyük Mahkeme´nin 2005´deki kararı da aynıydı.
Mahkeme, Türkiye´nin başörtüsü yasağını ?başkalarının hak ve özgürlüklerini, kamu düzeni ve kamu güvenliğini korumak için meşru bir amaca sahip, demokratik toplumda zorunlu bir tedbir´ olarak gördü ve hak ihlaline karar vermedi.
11 Eylül sonrası dünyanın havasına uygun utanç verici bir karar alan AİHM, Leyla Şahin´e karşı hükümet avukatlarının Türkiye´nin demokratik, insan haklarına riayet edilen bir hukuk devleti olduğu tezlerine katılmıştı.
Peki o sırada hükümet kimdi? Ak Parti hükümeti.
Sıkı bir Kemalist olan ilk avukat büyük mahkeme öncesi değiştirilmiş, savunma geri çekilmiş, yumuşatılmış ama ikinci savunmada da Türkiye´nin bir hukuk devleti olduğu hatırlatılıp, yasak mevcut mevzuat üzerinden savunulmuştu.
Karar, beklendiği gibi, başörtüsü yasağının bir insan hakları ihlali olmadığını iddia eden laik çevrelerde büyük sevinçle karşılandı.
Peki, o günün atmosferine, Anayasasına, kanunlarına uygun görünen bu kararı kimler eleştirmişti?
O günlerdeki bir gazete haberinden okuyalım.
Dosyayı AİHM´e taşıyan, liberal düşüncenin Türkiye´deki öncü isimlerinden ve Leyla Şahin´in avukatı rahmetli Kazım Berzeg:
?Asıl sorun Türk ordusunun gücünü koruyabilmek amacıyla kendisine iç ve dış düşmanlar yaratma çabasında olmasından kaynaklanmaktadır. Türban ya da şeriatın Türkiye´yi tehdit ettiği yoktur.?
Mazlum-Der Genel Başkan Yardımcısı Ayhan Bilgen: ?AİHM önyargılı davranmıştı. Bunu Leyla Şahin ve RP kararında da gördük. Bunlar siyasi kararlardır."
İHD Genel Başkanı Yusuf Alataş: ?AİHM´nin bu kararları, Avrupa´nın İslam´a karşı bakışının dışa vurumudur. Kararda türbanın özgürlükleri tehdit ettiği söyleniyor. Bu gerçeği yansıtmıyor.?
Ve Human Rights Watch. Yani İnsan Hakları İzlem Örgütü. AİHM kararının açıklandığı gün başörtüsü yasağı yüzünden Türkiye´de yaşanan insan hakları ihlalleriyle ilgili kapsamlı bir rapor yayınlanan örgüt, AİHM´in Leyla Şahin kararı için uzun bir açıklama yayınladı. Açıklamanın başlığı ?Kesin bir empati eksiliği? idi: ?AİHM´in Leyla Şahin kararı HRW için hayal kırıklığıydı ama inançları yüzünden üniversitelerde okuyamayan binlerce başörtülü kadın için daha büyük bir hayal kırıklığına sebep oldu. İnsan hakları sistemi tarafından kendi hallerini terk edilmiş hissetmişlerdir. Mahkeme hükümetin argümanlarını kabul çok gönüllüydü.?
O vahim kararın üzerinden yıllar geçti. Türkiye, eşi başörtülü olduğu için bir Cumhurbaşkanı´nın anayasa hileleriyle seçilemediğini, başörtüsü yasağını kaldırmak için adım attığında iktidar partisine kapatma davası açıldığını dahi gördü.
Sonra Türkiye´deki kanunlar değil ama güç dengeleri değişti. Başörtüsü önce üniversitelerde sonra kamuda serbest kaldı. Leyla Şahin de 10 yıl önce AİHM´de karşısında oturan hükümetin bir milletvekili olarak parlamentoya girdi. Hatta aleyhine karar veren AİHM´e üye seçimi oylamalarına bile katıldı. Son olarak da partisinin insan haklarından sorumlu genel başkan yardımcısı koltuğuna oturdu.
Dönemlerin ruhunun, devletlerin, yasaların, hukukun hatta uluslararası toplumun karşısında bir genç kızın hayatının ne kadar kıymetsiz olabileceğini, buna karşı protesto hakkını kullanmasının bile nasıl engellenebildiğini, haksız iddialarla yargılanmanın verdiği çaresizlik hissini ve ülkeyi terk etmek zorunda kalmanın ne demek olduğunu bizzat tecrübe etmiş bir isme yakışan ve hakkını verebileceği bir pozisyon bu.
Tabii parçası olduğu partinin yönettiği devletin politikalarının da başka insanların haklarını ihlal ediyor olabileceği şüphesini, siyasetçi kimliğine kurban etmezse.
Ama cumhurbaşkanının bile adaletteki sorunlardan şikayet ettiği bir dönemde, böyle bir geçmişten gelen bir isimden ?Türkiye´de insan hakları ihlali olduğunu söylemek artık abestle iştigaldir? sözlerini duymak, özellikle de o ?artık? kelimesi ?kendine Müslümanlık? anlayışının bugünlerden hatırlanacak bir örneği oldu.
Üstelik bunu ?Hukuka aykırı kim iş yapıyor ve ülkeye zarar veriyorsa elbette hesabı sorulacaktır? gibi bundan 20 yıl önce başörtülülerin, devletten sık sık duyduğuna benzer argümanlarla yapmak, devletin ve kanunların yanılmazlığına olan bu inanç, bu toplumun dönemsel olmayan daha kalıcı ve yapısal sorunlarına işaret ediyor.
Acaba 10 yıl önce devletin ve AİHM´in karşısında Leyla Hanım´ın yanında dururken abesle iştigal etmeyen Uluslararası Af Örgütü, Mazlumder, İHD ve liberal demokrat isimler, 2019 yılında Türkiye´de insan hakları ihlalleri üzerine kalın raporlar yayınlayıp, hukuksuzluklardan şikayet ederken abesle mi iştigal etmiş oluyorlar?
Türkiye´de bugün hınç ve rövanş duygularına neden olacak çok acı tecrübeler yaşandı. Bugün hala başörtüsü meselesinde eline güç geçse eski günlere dönmek isteyecek büyük bir kalabalık var. Ama herkes kendi hikayesini yazar.
Bir zamanlar devletin ve uluslararası hukukun karşısında yalnız kalmış bir isimden beklenen, her gün koltuğuna oturduğunda acaba bugün de aynı durumda yalnız bırakılmış, hakları çiğnenen biri var mıdır diye sormak ve elindeki devlet gücüyle bunlara hal çare aramaktır, parti toplantılarında kuru hamaset yapmak değil.
Bu hikayenin sonu böyle bitmeyi hak etmiyor...