Yazının başlığını Kur’an’daki Beled Süresi’nde geçen “Sarp yokuşun ne olduğunu bilir misin?” cümlesinden esinlenerek attım daha yazının içeriğinin nasıl olacağını kestiremeden.
Biliyorum çok geç oldu der Cahit Zarifoğlu bir şiirinde ama olsun ben yine de Üzerime yüreğimden başka muska takmadan konuşmak istiyorum Halepçe bahsinde. Dilimi döndürerek, kâğıdımı buruşturarak, kalemimi de damlatarak. Bilmiyorum, becerebilecek miyim?
Halepçe’ye dair didaktik bilgiler vererek aklınızı hercümerç etmek istemem. Hüzün ve keder deryalarına batırıp çıkarmaya da niyetim yok. Zira Kemal Sayar abimiz şu Hüzün Hastalığı kitabını neşrettiğinden beridir hüzünlensek mi hüzünlenmesek mi diye saat sarkacı gibi sallanıp duruyoruz bir diyardan öbür diyara. Hüzün ve keder salık vermek istemesek de, duygulardan hepten beri tutmaya da niyetimizin olmadığını şimdiden iletelim. Biraz da rutinleşen yıldönümü anmalarının üzerinden zaman akıp geçsin istedik. Yıldönümü olmayan zaman dilimlerinde de zihnimiz diri kalsın mucibince niyetimiz.
Diyar demişken Saddam’ın yâr kılmadığı Halepçe ismine dikkat ederseniz şayet, fonetik olarak minnacık, küçücük çağrışımı veriyor insanın kulağına. Size de öyle gelmiyor mu? Nitekim küçücük bir belde zaten. Lakin Ebrehe’nin filleri Keasfin me’kul etmekte yani Kürtçe ifadeyle perçikandî kılmaya yemin etmiş bir kere. Sarayındaki sihirli aynasından Halepçeli mazlumların İran ordusunu sevinçle karşıladığını görmesi bile Saddam’ı adeta çileden çıkartır. “Madem beni, çileden deliye döndürdüler şu Kürtler” der, ben de onları unutamayacakları bir çileye düçar kılayım dercesine, önüne çıkan her nesneyi de yutarcasına azgın akan seller gibi tuğyanlaşır. Azgın akan sadece sel olsa gam yemeyiz. Azgın gibi bombalar da düşüverir tek tek toprağa. Kesif dumanlar ve göz gözü görmeyecek sisler iç içe geçecek Halepçe’nin mavi göğünde. Cahit Zarifoğlu’nun Mavi gök orda mı? diye başlayan şiirinde tespit ettiği gibi “ağaçlar, hayvanlar bile kaygılı” idi Halepçe’de. Niye olmasın ki? Biz bozmuş olsak da tabiatın duyargaları biz fanilerden daha güçlü değil mi? Mesela, tabiatın koku alma duyusu insanoğlundan daha güçlü değil midir? Depremi veya diğer felaketleri de ilkin hayvanların hissetmesi boşuna olmasa gerek. Tabiatın diliyle söyleyecek olursak, hikmetine mebnidir deyim yerindeyse. Biz fanilerin modern hayatın hengâmesi ve hırsı içinde birçok şey gibi koku alma duyumuzu da zaten kaybetmedik mi? Hangimiz şöyle adam akıllı bir köy yumurtasının tavada sahici kokusunu almayı istemez ki? Ya da marketlerde aldığımız gerçek elmanın kokusuna kim hasret kalmamış ki? Sahi siz elma kokusunun ne olduğunu bilir misiniz? Demin bahsettiğim kesif duman ve sislerin sarmaladığı Halepçe’yi bugün dahi ruhlarımıza ve zihinlerimize kazıyan şu çocuksu! Cümle ile hatırlamıyor muyuz çoğu zaman: Dayê behna sêva tê. Çocuklar körpe dimağ ve duyuları ile yetişkinlerden kimi zaman daha tez kaparlar kokuyu. Kokuyla beraber kimi zaman korkuyu da kaygıyı da… Elma kokusunun ölüm habercisi olduğunu nerden bilsin ki zavallı insanoğlu. Zavallı olmayan diğer insanoğlu ise elma kokusuyla ölüm sağanaklarını yağdırmakla meşgul olacak kadar da cani bu arada. Çocuk, elma kokusu ve ölüm sağanakları…. Masumiyet ile kalleşlik aynı cümle içinde dolaşıyor. Elma kokusundan ölüm sağaltmak. Size de kurnazca hince ve de kalleşçe bir zekânın ürünü gibi gelmiyor mu? Kur’an durduk yere İnsan zalimdir, nankördür dememiş demek ki. Üstelik bilim denilen kurtarıcı can simidimiz, keşfetmiş biz âdemoğulları için tüm bunları öyle değil miydi? Topu taca atmaya hiç niyetim yok Ey Okur! Hemencecik söyleyecem. Bu zekâ ürünü can simidi yani elma kokusunu salan gazları batılı devlet ve şirketler depolarımıza tıktı. Üstelik fukaralığımıza müsebbip paramızla. Sonra da depolardaki elma kokulu gazları gerekçe göstererek 1991 ve 2003’de Cennetin Kayıp Topraklarına, utanmadan girdiği postallarıyla da kanını damlattı. Ölüm gazlarını üretti, biz üçüncü dünyalılara sattı, kazandığı parayla G-7 listesine girdi, mazluma ölüm kustu, kurtarıcı rolüyle sahneye ben geldim deyiverdi ve rahmetli Mehmed Alagaş’ın İnsan dergisindeki meşhur kapağıyla “Ben sizin Rabbinizim edasıyla girdiği topraklarımıza. Üstelik mehdi / kurtarıcı görmüş yığınların sevinç nidalarıyla da maalesef karşılanıverdi. Gel de tam burada Leonard Cohen’in Herkes biliyor, zarların hileli olduğunu sözünü anmadan geçiver bakalım.
Şivan Perwer’in insan yüreğini delip geçtiği Halepçe isimli ağıtında geçen Bir kâğıt kalem bulun, yazın. Dünya âleme duyurun sözünü yerine getirircesine gazeteci Ramazan ÖZTÜRK Halepçe’ye ilk giden gazetecilerden biri olarak dünya âleme duyurdu merdiven basamağına başı dayalı şal û şepikli Halepçeli Ömer Hawer isimli baba ile kundaklı, başı arkaya sarkmış, ağzı açık, mor benizli oğlunu… Başka hangi dramatik ölümler yaşandı Halepçe’de derseniz… Kimilerini öğle yemeğinde ekmeğini ısırırken gelip bulmuştu ölüm. Kimini kapı önlerinde, kimini avluda, kimini dere kenarlarında ya da dağ yamaçlarında. Kimini de kamyonete binip kaçmaya çalışırken yeşil otlakların arasında. Kırmızı çizmeli, karnı açık vaziyette yanmış deri görüntüsüyle, mavi kapılı evinin önünde muhtemelen kaçarken merdiven basamağında yakalamıştı kimi minicik beden(ler)i. Soğuk denilen istatistik bilimi ölenlerin çoğunun kadın ve çocuk olduğunu zaten sunmuştu biz dünyalılara. Görüntüler de istatistik bilimini doğruluyordu nitekim. Ama çocuklar şunu doğrulatamıyordu akılları sıra. Elma kokusu bizi niye öldürsün ki? Bizi saniyeler içinde nefessiz bırakacak kadar kötü bir şey mi ki? Aniden takatımızı nasıl olur da kesiverir? Elma kokusunun ölüm avcısı olduğunu nerden bilsin bu körpe zihinler, yavrucaklar… Zalim haber vermemiş ki bilsin çocukcağız. Ahmed Arif’in Gel haberi nerden verek, turna sürüsü değil bu diyecek biri yok ki Halepçe meydanlarında, bültenlerinde. Her şey aniden oluveriyor çoğu zaman bu topraklarda. Ansızın çıkıp gelmeler gibi. Şaşkınlık, bilinmezlik, can havliyle koşuşturmaca, telaş duygusu, ürperti sağanakları, ölüm korkusu …. Tüm bunlar Zilzal süresinde geçen İnsan neler oluyor dediği zaman atmosferini ne kadar da yansıtıyordu muhtemelen? Kıyamet gibi adeta. Neler oluyor acaba diye söyleniyorlardı birbirlerine Halepçeliler. Bu da ne? Nedir bu duman işi? Aman Allah’ım bu siste neyin nesi böyle? Şeklinde ardı sıra sıralanan zihne yapış yapış sorularla… Resmetmek gerekirse şöyle bir şeyi andırıyordu muhtemelen Halepçe. Ağaçlar da ölgün kıpırtıları, otlarda zehir damlacıkları, toprakta baloncuklar, bedende yanık izleri, ağızlarda köpükler, yüzlerde kızarıklar, tüylerde dikenler, boğazlarda yanmalar, duvarlarda kireç tozları, hayvanlarda ulumalar, böğürmeler ve düşen bombaların yarattığı Zilzal sesleri… Kıyamet sahnelerinde eksik kalan ise fışkırmayan denizler, yerle yeksan olmamış dağlar ve yarılmayan gök kalmıştı adeta. Tuvalde bu eksiklik dışında neredeyse her şey Halepçe’ye uğramış. Halepçe’yi deyim yerindeyse feleğin çemberinden geçirmişti. Şehir deli divane gibi. Ölüm ise İsmet Özel’in Mazot şiirinde geçtiği gibi: ki ölüm her yerde uyanıktır.
Madem ölüm uyanıktır, insan da uyanıklık hali ile yürümeli değil mi hayat basamaklarını? Siz bunu umut olarak da isimlendirebilirsiniz, iyimserlik te, başka bir şey de diyebilirsiniz. Bu kadar gaddarlık durup dururken, kimilerinin “ne bu naiflik” dediğini duyar gibiyim taa burudan. Hangi duygu ile isimlendirirseniz isimlendirin, hangi kavram ile nitelendirirseniz nitelendirin Aliya Izzetbegoviç’in dediği şu sözü de bohçanızda taşımadan hayat basamaklarını adımlamayın sakın: