Bilimde, felsefede, teknolojide, siyasette, üst düzey devlet görevlerinde, irşadda ve eğitimde muhtaç olduğumuz insana, yeterli kalite ve sayıda sahip olduğumuzda “ülkemizi ve bağımsızlığımızı korumak, Müslümanlar olarak İslam’ı hakkıyla temsil ederek ümmeti toparlamak ve insanlığa kurtuluş yolunu göstermek, yalnızca göstermekle kalmayıp hürriyet ve adaleti bütün dünyada hakim kılmak” şeklinde özetleyebileceğimiz asıl davamızı gerçekleştirme yolunda ilerlememmiz mümkün olacaktır.
Son günlerde yoğunlaşan “insan modelimiz ve yetiştirme yolu” üzerindeki tartışmalar, yazılar, resmi ve sivil teşebbüsler eksiğimizin farkında omak bakımından ümit vericidir.
“Kavganın kimseye faydası yok, bu filmleri çok seyrettik, 80 öncesi bir nesili kaybettik, 15 Temmuz öncesi bir nesili kaybettik, artık çağdaş, birbirini seven ileri düzeydeki ülkeleri yakalayacak bir nesil yetiştirmeliyiz, biz buharlı makinayı, matbaayı ıskaladık, şimdi bir şansımız var, dünya üç boyutlu eğitime geçiyor, bizde de eğitimimizi yenilemeliyiz ki, çağdaş ülkelerle birlikte yarışalım yoksa sömürü çemberinin içinde kalacağız, sonuçta birbirimizi boğazlayarak acımız dinmeyecek…”
Yukarıdaki paragrafı bir watsap grubundaki mesajdan kaydetmiştim. Benzeri mesajlar ve yazılarda eksik gördüğüm husus “insanımızı kucaklaştıracak ve çağı yakalayıp aşacak bir nesli” yetiştirmek için bence şart olan manevi kılavuzun ve harcın eksikliğidir. “İleri düzeydeki ülkeleri yakalayıp orada kalacak bir nesil” bu ülkelerin içine düştüğü çağdaş krizi çözemeyecek, insanlığın ıztırabını dindiremeyecektir. Doğru anlaşılmış ve özümsenmiş bir İslamın kılavuzluğu olmadıkça çağdaş bilim ve teknolojinin insanlığa getireceği şey, erdemin ve adaletin değil, gücün hakim olmasından ibarettir. Bugün en güçlü devletler, zayıfları sömürme bakımından en zalim devletlerdir.
Şu halde bize lazım olan çağdaş bilimlerin ve teknolojinin yanında İslam imanı, hayat yolu ve ahlakıdır. Milli eğitim ve kültür politikamız “çağdaş insan yetiştirmeyi” değil, “çağı yakalayıp kendi değerleriyle aşan insan” yetiştirmeyi hedeflemelidir. Okullardaki seçmeli dînî derslere ve İmam Hatip Okullarına bile tahammül edemeyen bir zihniyet ile bu kutsal amaca ulaşmak mümkün değildir.
Evet, eksiğimiz iyi yetişmiş insandır ve bu eksiklik bir asır öncesinden beri hissedilmiş, zamanın resmi kurumlarından ümit kesen hamiyyet sahibi ve iyi yetişmiş bir avuç insan ortaya bir örnek (Islah-ı Medâris) koymuştur. Birkaç yazıda yolu ve yöntemi bugün de geçerli olan bu yöntemi hikaye edeceğim (Geniş bilgi için benim İslami Hareket Öncüleri isimli kitabımın dördüncü cildine bakılabilir).
Zeynelâbidîn Efendi, Islah-ı Medâris-i İslâmiye hareketini, doğuşu ve ortadan kaldırılışı itibariyle derinden etkilemiş bir zattır. Paşa Dairesi, bir zamanlar “Zeynelâbidîn Efendi Medresesi” olarak anılır olmuştur. Bu zat, Islah’ın kurucularından olmanın yanında siyasî hayat tecrübesine sahiptir. İkinci Meşrutiyet’ten sonra Konya meb’usu olup siyaseti ve ülkeyi idare edenleri yakından görüp tanıyınca iyi yetişmiş bir alim olan küçük kardeşi Ahmet Ziyâ Efendiye “Bana kırk kişi yetiştirip gönderin, devleti kurtarayım.” diye haber göndermiştir.”
Islâh-ı Medâris-i İslâmiyye, 1909 yılında Konya’da kurulan ve 1917’de kapatılan, bu kısa hayatına rağmen memleket eğitim ve öğretiminde olumlu yönde derin izler bırakan bir ilim ve irfan yuvasıdır. Islâh-ı Medâris-i İslâmiyye, gerek fizikî mekan olarak, gerek faaliyet olarak Bekir Sami Paşa Medresesi’nin bir bakıma vârisi veya halefidir. Bekir Sami Paşa Medresesi, 1846 yılında, Tanzimat dönemi Konya Valilerinden Ebu Bekir Sami Paşa (ö. 1265/1849) tarafından hem medrese, hem de Nakşibendî tarikatının Hâlidiyye- Müceddidiyye kolunun dergâhı olarak yaptırılmıştır. (Medresenin yeri, son zamanlarda Merkez Bankası Konya şubesinin yeri olmuştur.) Bu medrese, kısaca “Paşa Dairesi” adıyla da anılmaktadır. İlk Müderris ve şeyhi Mehmet Himmet Efendi’nin, 16 yıllık hizmet döneminin ardından 1862 yılında vefat etmesi üzerine Ziya Efendi’nin babası Bahaeddin Efendi bu medrese ve dergâha müderris ve şeyh olarak gelmiş; kardeşlerinden Hasan Kudsî Efendi ile birlikte üç oğlu Zeynelâbidin, Rif’at ve Ziya Efendiler de daha babalarının sağlığında aynı medresede müderris olarak görev yapmaya başlamışlardır. Bahaeddin Efendi’nin 42 yıllık aralıksız bir hizmet döneminden sonra 1906 yılında vefat etmesi üzerine, büyük oğul Zeynelâbidin Efendi, müderrislik görevinin yanında, bir medrese olduğu kadar bir dergâh olarak da görev yapan Paşa Dairesinin şeyhliğini de üstlenmiştir.
Bahaeddin Efendi, kardeşi Hasan Kudsî Efendi ve üç oğlu, medresedeki müderrislik ve şeyhlikleri yanında, medreselerin ıslahı konusunda da kafa yorar, fikir üretirler. Bu dönemde medreselerin içine düştüğü durumdan şikâyet umumidir ve gerek hükümet merkezi İstanbul’da, gerek taşrada yaygın çare arayışları vardır.
(Islah-ı medaris ile devam edelim).