Ülke ekonomisi hayli zamandır dalgalıydı, ancak geçen yılın sonlarına doğru -Ekim 2021’den itibaren- iyice perişan oldu. 20 yıldır iktidarda bulunan AK Parti son aylarda 20 yılın en yüksek enflasyonunu yaşatıyor ülkeye. TL yabancı paralar karşısında pula döndü. Fiyatlar roket hızıyla artıyor. En temel gıda maddeleri pazarda, markette el yakıyor.
[Geçtiğimiz haftayı bir Arap ülkesinde geçirdim. Bizde iki rakamlı etiketlerle satışa sunulan pek çok mal orada 1-3 dinar arasında işlem görüyordu. İki yıl önce ‘1 Dinar = 17 TL’ denklemi varken bugün ‘1 Dinar = 50 TL’ ediyor da ondan. Erimeye bakın siz.]
Ekonomideki bozulma hayatı pahalılandırıyor, el yakan fiyatlar dar bir kesim dışındaki herkese fakirleştiğini hatırlatarak çaresiz bırakıyor. Ramazan sofralarının tadı kaçtı. İnsanlar burunlarından soluyor.
Acaba ülkeyi yönetenler bu durumdan ne kadar haberliler?
Garip bir soru ama ne yapayım, haftalardır zihnimi işgal ediyor.
Şöyle bir akıl yürütmem var:
Hayat pahalılığı birçok başka unsurla birlikte her şeyden önce enflasyonla ilgili. Enflasyon zaten etiketlere yansıyan fiyat artışı demek. Enflasyon hesabı yapanlar, çarşı-pazardan veya marketten aynı ürünlerin fiyatlarını her ay tespit edip bir önceki aydan -ve tabii yıldan da- ne kadar farklı olduğunu belirliyorlar.
Adeta otomatik bir iş yapılan. Bir önceki ayın ürün fiyatları bilgisayarda zaten var, yeni fiyatları yükleyince bilgisayar aradaki farkı oran olarak hemen bildirebilir.
Nasıl oluyorsa, bir hayli zamandır, insanların cep hesaplarıyla ürün fiyatlarını bilgisayara yükleyenlerin hesapları birbirini tutmuyor.
Çarşı-pazardan ceplere taşınan fiyat artışları bilgisayarda daha düşük.
Hem de bayağı düşük.
Bu tabloya bakarak, gerçekte hayatın ne kadar pahalılandığından bu durumdan bilgi sahibi olmaları gerekenlerin habersiz kaldıkları sonucunu çıkarıyorum.
Durumun vahametinin farkında değiller. Farkında olsalardı, her ay bir sonraki aya devreden fiyat artışlarının insanların geçimini ne kadar zorladığını anlar ve bunu önlemek için gerçekten çaba gösterirlerdi.
Çözüm bulması gerekenlerin gerçek durumdan habersiz oldukları görüşümü besleyen bir başka unsur daha var: Çözüm üretmesi beklenen siyasiler ve devlet yetkililerinin ekonomide yaşananlarla ilgili açıklamaları…
Şu sözlerin altını özellikle çizdim:
“Yüksek enflasyon ve fahiş fiyat artışları sadece bizim sorunumuz değildir. Avrupa ülkelerinin çoğu bizden vahim tablolarla karşı karşıyadır. En gelişmiş ülkelerin yöneticileri bile vatandaşlarına refah seviyelerinin düşeceğini söylemektedir.”
Mukayese yapılan ülkelerin insanlarının gelir durumları nerede, asgari ücreti 4256 TL ve emeklilerinin önemli bir bölümünün maaşı 2500 TL olan bizim ülke insanının geliri nerede. Oralarda asgari ücret bizimkinin yaklaşık 7-8 katı; fert başına milli gelirleri de bizleri utandıracak kadar yüksek.
Onların hayatları da pahalanıyor ama enflasyon oranları yüzde 5-8 arasında seyrediyor.
Bizde TÜİK’in açıkladığı cep hesabından farklı oran bile geçtiğimiz ay yüzde 61.14 oldu. Bu TÜFE oranı. Üretimi etkileyen oran bunun neredeyse bir misli. TÜFE ile ÜFE arasındaki bu derin farklılık gelecek aylarda ÜFE istikametinde eşitlenebilecektir.
Yetkililerin “Bu ay olmasa bir sonraki ay enflasyonu da düşüreceğiz” açıklamaları gerçekle örtüşmüyor.
Zaten konunun hükümetteki sorumlusunun geçen yılın sonlarında yaptığı “Enflasyon ocak ayında pik yapacak, sonrasında düşerek mayıs ayında tek rakamlı hedefe uyacak” anlamına gelen açıklama doğru çıkmadı. Şimdiki açıklamalarının gelişmelerle doğrulanacağına nasıl inanılacak?
Galiba sorunun ciddiyetinden haberdar olunmadığı için yaşanıyor bu tutarsızlıklar…
Tersi olsaydı, yani devletin etkili ve yetkili isimleri ülke ekonomisinin insanların hayatlarını zorlaştıran boyutlara ulaşabileceği sinyallerinin ilk alınmaya başladığı günlerde -diyelim geçen yılın sonuna doğru- “Biz nerede hata yaptık, yapmaya devam ediyoruz?” sorusu istikametinde soruna çare aramaya başlar ve bulgular -veya tavsiyeler- ışığında işin bu noktaya varmasını engelleyecek çözümleri bulurlardı.
Aramadılar, aradılarsa bile sorunun nereden kaynaklandığını doğru tespit edemedikleri için buldukları çözüm işe yaramadı.
Daha kötüsü şu: Çare olarak sarıldıkları formüller hem işe yaramadı ve durumu daha da kötüleştirdi, hem de insanların ülke ekonomisine güvenini sildi süpürdü.
Sadece ekonomiye de değil, ekonomi alanında sorumluluk taşıyanlara da güven yok oldu.
Çare bulunamayınca üst perdeden iddialı konuşmalarla ortalık yatıştırılmaya çalışılıyor.
Mesela şu cümleler dün kamuoyuyla paylaşıldı:
“Türkiye’yi dünyanın en büyük 10 ekonomisinden biri yapma kararından geri adım atmadık, atmayacağız. Bu hedefi milletimizin yeni kızıl elması olarak görüyoruz.”
‘Yeni kızıl elma’ aslında AK Parti’nin parlak günlerinde sıkça işittiğimiz, kulağımıza çok doğal geldiği için işittiğimizde hiç yadırgamadığımız eskiye ait bir iddia.
O iddia ilk telaffuz edildiğinde ülkemiz ekonomisi en büyükler sıralamasında 17. durumdaydı. İlk 20 ülke arasına girdiği için de G-20 toplantılarına katılabiliyordu Türkiye.
Peki bugün ne durumdayız?
Cevabı şu paragrafta:
“Türkiye 2020 yılına kadar G-20 adı verilen dünyanın en büyük ekonomilerine sahip 20 ülke arasında yer alıyordu (çoğu kez de 17’nci sırada). Ancak IMF’nin sunduğu 170 ülkeye ait GSYH verilerine dayanılarak yakınlarda yapılan bir çalışmaya göre, Türkiye ekonomisi artık bu konumda değil. 0,8 trilyon dolarlık bir GSYH ve dünya ekonomisi içinde binde 8’lik bir pay ile bu yıl 21’nci sıraya gerilemiş durumda. Buna karşılık komşumuz İran 1,1 trilyon dolarlık bir ekonomik büyüklükle 17’nci sırada yer alıyor.”
Benim kanaatim, ülkemizde ekonomiyle ilgili kararları alan yetkililerin gerçek durumdan bütün gerçekliğiyle haberdar olmadıkları yönünde.
Herhalde biraz da o mevkilere olan saygımdan aksini düşünmek istemiyorum.