Ekonomide kredi çılgınlığı: Gidişat nereye?

Türkiye özellikle 2016 sonlarından beri aynı filmi başa sarıp sarıp yeniden oynatıyor: kredi artışı iç talebi büyütüyor, düşük ekonomik öngörülebilirlik sebebiyle bu talep üretimde yeterince artışa yol açamıyor.

Ekonomide kredi çılgınlığı: Gidişat nereye?

Serbestiyet.com'dan iktisatçı yazar İzzet Akyol Analiz Etti...

Banka kredileri son dönemde muazzam bir süratle artıyor, siyasi iktidar Türkiye’yi ‘bol kredi’ ile büyütmeye çalışıyor. Ekonomi yönetimi kredi artışını ekonomik çarkların yeniden harekete geçirilmesinde ve Türkiye’nin içinde bulunduğu krizin aşılmasında en önemli manivela olarak görüyor. Kredi artışında lokomotifliği kamu bankaları üstlenmiş durumda; özel bankalar bu konuda çok istekli olmamakla birlikte -ekonomi yönetiminin aleni veya örtük baskıları sebebiyle- bu furyaya katılmak zorunda kaldılar. Furya lafın gelişi, mesele artık kelimenin tam anlamıyla bir “kredi çılgınlığı”na dönüştü. Merkez Bankası’nın internet sitesinde düzenli olarak yayınlanan verilere göre, Temmuz başı itibariyle bankaların kullandırdığı krediler toplamı yaklaşık 3 trilyon 200 milyar TL rakamına ulaştı. Son 1 yıl içindeki artış takriben 745 milyar TL oldu, bunların yine yaklaşık 420 milyar TL’lik kısmını kamu bankaları kullandırdı. Geçen yılki rakamla mukayese edildiğinde, krediler nominal olarak yüzde 30 civarında artış kaydetmiş oldu. Türkiye’de milli gelirin şu an takriben 4.4 trilyon TL civarında olduğu dikkate alındığında, toplam kredi hacminin milli gelirin yüzde 70’ini aştığı anlaşılıyor. Krediler toplamında yılbaşından ve özellikle pandemi başlangıcından bu yana olağanüstü büyük artış yaşandığı görülmektedir. Yılbaşı itibariyle toplam kredi hacmi yaklaşık 2 trilyon 640 milyar TL düzeyindeydi. Sadece yılbaşından bu yana toplam kredi hacminde yaklaşık 560 milyar TL kadar bir artış gerçekleşmiş durumdadır. Yine Merkez Bankası verileri Mart başından bu yana krediler toplamının 400 milyar TL kadar arttığını göstermektedir. Artışın yıllıklandırılarak hesaplanması durumunda ise kredi artışının yıllık yüzde 50’lere ulaştığı görülmektedir. Son dönemlerde yaşanan bu kredi artışının takriben üçte ikisi kamu bankaları tarafından sağlanmıştır.

Ekonomi yönetimi Türkiye’yi ‘bol kredi’ ile ve borçlandırarak büyütmeye çalışıyor. Bu yöntem acaba gerçekten işe yarar mı? Ekonomi yönetiminin bu yönteme özellikle 2016 sonlarından bu yana özel bir önem atfettiğini görmekteyiz. Geçmişte yaşananlar, kredi artışının piyasalarda ‘saman alevi’ misali geçici bir rahatlama meydana getirdiğini, ancak Türkiye’nin ekonomik sorunlarını daha da karmaşıklaştırdığını göstermektedir. Ekonomi literatürü de, uzun vadeli bir perspektiften bakıldığında ani ve hızlı kredi artışlarının bir hayır getirmediğine, tam tersine ekonomide kalıcı hasarlar oluşturduğuna işaret etmektedir.

Ekonomi literatüründe finansman ve kredi tartışmaları

Ekonomiler büyüdükçe mi finansal sektör gelişir, yoksa finansal sektör geliştikçe mi ekonomiler büyür? Finansal sektörün gelişmesiyle ekonomilerin büyümesi arasında nasıl bir nedensellik bağı mevcuttur? Bu konu ekonomi literatüründe uzun süredir tartışılagelmektedir. Finansal sektörün gelişmesinin ekonomileri büyütücü bir etkisi olduğu herkesçe bilinmektedir; ancak ‘hızlı/aşırı kredi büyümesi’nin finansal istikrarı bozucu ve kriz oluşturacak ve/ya var olan krizi derinleştirecek etkileri son yıllarda ekonomi literatüründe daha yaygın şekilde ifade edilmektedir. Meselâ Latin Amerika kökenli iki iktisatçı, Enrique Mendoza ve Marco Terrones aşırı ve hızlı kredi genişlemesinin bankacılık sektörünün kırılganlığını arttırdığını ve özellikle gelişmekte olan ülkelerde finansal krizlere yol açabildiğini belirtmektedir (https://www.nber.org/papers/w14049).

Biri Alman (Moritz Schularick), diğeri İngiliz (Alan M. Taylor) iki ünlü iktisatçı ise, gelişmiş ülkeler için oluşturdukları 140 yıllık bir veri setini kullanarak yaptıkları analizde, finansal krizlerin hemen hepsinin hızlı kredi artışlarını takip ettiği tespitinde bulunmuşlardır (https://www.frbsf.org/economic-research/files/schularick_taylor.pdf).

Merkez Bankası tarafından yayınlanan 2013 tarihli bir ekonomi notunda ise “Yapısal olarak cari açık veren bir ülkede, özellikle sermaye akımlarının oynak seyrettiği dönemlerde, konjonktürel nedenlerden dolayı oluşan ek cari açık ‘ani duruş’ riskini arttırarak makroekonomik dengeleri bozma potansiyeli taşımaktadır” denmektedir  (https://www.tcmb.gov.tr/wps/wcm/connect/9211e5f2-1586-4c4a-9550-c8d439270cc1/EN1303.pdf?MOD=AJPERES&CACHEID=9211e5f2-1586-4c4a-9550-c8d439270cc1).

Merkez Bankası uzmanları, borçluluk oranlarındaki dalgalanmaların ve makro finansal risklerin dengelenmesi bakımından kredi artışının makul seviyelerde olmasına büyük önem atfetmişlerdir. Bütün bu değerlendirmeler, finansal istikrar açısından kredi büyümesinin kontrollü bir şekilde gerçekleşmesinin önemine işaret etmektedir. Öte yandan İstanbul Üniversitesi’nden Kadir Tuna ve Hakan Bektaş da konuyu incelemiş ve çalışmalarının sonuç kısmında “Türkiye’de faaliyet gösteren mevduat bankalarının sunduğu kredi kompozisyonu incelendiğinde kredi büyümesinin, ekonomik büyümenin nedeni olmadığı ancak enflasyon ve cari açık hususlarında riskler yaratabileceği görüşüne ulaşılmıştır” şeklinde bir ifade kullanmışlardır (https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/3955).

Artan krediler üretimi neden arttırmıyor? ‘Ekonomik öngörülebilirlik’ neden önemli?

Piyasaya krediler yoluyla para enjekte etmenin iç talebi arttırdığında şüphe yok, ancak iç talebin artması ülke içindeki üretimin ve sanayi yatırımlarının artmasını her zaman garanti etmiyor. Buradaki kritik husus, “siyasi ve ekonomik öngörülebilirlik” konusudur. İnsanlar önlerini görebiliyorlarsa yatırım yaparlar; öngörülebilirlik düşük ise üretim artmaz. Çünkü üretim işi, muayyen bir imalat altyapı, tezgâh ve ekibinin korunmasını gerektirir; bu da girişimcinin en azından orta vadeli olarak önünü görebilmesiyle mümkün olur. İmalat tezgâhı veya altyapısı dağıldığı zaman yeniden kurulması kolay değildir; siyasi ve ekonomik öngörü düşük olduğunda üretim altyapı ve ekibinin korunmasının maliyeti yükselir. Önünü göremeyen girişimci bu altyapıyı ya dağıtır veya ekibini/kapasiteyi küçülterek oluşan talepleri ithalat yoluyla karşılama yoluna gider. ‘Sanayisizleşme’ olarak tanımlanabilecek olan bu süreç temelde siyasi/ekonomik açıdan öngörülebilirliğin düşük olmasının doğrudan bir sonucudur. Dolayısıyla, siyasi/ekonomik öngörülerin düşük, belirsizliklerin ise yüksek olduğu ortamlarda iç talep artışının üretimi değil ithalatı (dolayısıyla cari açığı) arttırması kaçınılmazdır. Konu önemli ölçüde siyasette ve siyasi/ekonomik öngörülebilirliğin düşüklüğünde düğümlenmektedir. İmalat sanayii yatırımları uzun vadeli işlerdir. Siyasi ve ekonomik öngörülebilirlik azaldıkça yatırımlar da doğal olarak artmamakta, hatta bazen azalmaktadır.  

‘Ekonomik öngörülebilirlik’ genel olarak siyasi otoritelerin ve özelde ekonomi yönetiminin politika tercihlerinin net, belirgin, şeffaf ve tutarlı olması; güven vermesi ve bu durumun süreklilik arzetmesiyle mümkün olur. Yazılı politika dokümanları tutarlı ve güvenilir bir gelecek perspektifi sunmuyorsa, bağımsız kurumların özerkliği zedelenmişse ve siyasi etkiye açık hale gelmişse, siyasi otorite keyfi şekilde tutarsızlıklar sergiliyor ve bu keyfi davranışların sonucu olarak hiç hesaba katılmayan durumlar ortaya çıkıyorsa ‘ekonomik öngörülebilirlik’ten bahsetmek mümkün olmaz. Siyasi iktidarın özellikle 2012 sonrasında kademeli şekilde otoriterleşmesinin, kurumsal kapasitenin zayıflamasının ve önemli kararların dar bir kadro tarafından alınmaya başlamasının Türkiye’deki öngörülebilirliği zayıflatan başlıca faktörler olduğunu söyleyebiliriz. Ekonomik öngörülebilirliğin azalmasına paralel olarak genel kaynak dağılımına yön veren önemli kararlar rasyonel mülahazalarla değil siyasi saiklerle verilmeye başlanmıştır. Siyasi ve ekonomik öngörülebilirlik Türkiye’de olup biten her şeyden etkilenmekte; yönetici kadrolara duyulan güvenin azalması, siyasi kutuplaşma, yerel ve/ya global gerilimlerin artması, siyasi ve toplumsal muhalefetin sertleşmesi, kurumların zayıflaması, yönetimin şahsileşmesi ve keyfileşmesi gibi faktörler öngörülebilirliği olumsuz olarak etkilemektedir. Bu faktörlerin özellikle 2016 sonrasında daha bir belirginleştiğini kolaylıkla tespit edebiliyoruz. Meselâ, Türkiye’deki en büyük yabancı sermaye yatırımcısı ülke olan Hollanda ile ilişkiler 2017 referandumu sırasında iç politikada menfaat temin etme amacıyla Erdoğan tarafından kasıtlı olarak bozulmuştur. Yıldıray Oğur geçenlerde detaylı olarak yazmıştı, Türkiye’nin en büyük ihracat pazarı olan Almanya ile ilişkiler, yine ‘iç politika menfaati temin etme’yi amaçlayan mülahazalarla Tayyip Erdoğan tarafından dinamitlenmiştir (https://www.karar.com/ati-alan-uskudari-gectikten-sonra-1575378).

Devamı >>>