Klasik iktisadın temel varsayımlarından biri, piyasanın devlet müdahalesine gerek kalmaksızın kendi başına dengeye geleceği, tam istihdama ulaşacağı, yani piyasada atıl kalan hiçbir kaynağın oluşmayacağı yönündedir. Klasik iktisadın en önemli ismi olan Adam Smith, piyasanın ?görünmez el?inin bunu sağlayacağı iddiasındadır. Klasik iktisadın bir diğer önemli ismi John Stuart Mill de Mahreçler Teorisi´yle üretilen her malın zorunlu olarak tüketileceğini, arz fazlasının ortaya çıkmayacağını, dolayısıyla piyasada kaçınılmaz bir dengenin oluşacağını iddia eder.
Klasiklerden daha önce Fizyokrasi diye adlandırılan iktisadi ekol, ?doğal düzen? anlayışını savunur ki fizyokrasi kelimesinin anlamı da ?doğaya uygun, doğal düzen? demektir. Fizyokrasinin temel anlayışı, Orta Çağın İlahi kudret çerçevesinde işleyen düzen anlayışının reddidir. Bu yaklaşıma göre doğa, kendi kurallarıyla işler ve doğanın bu düzeni herhangi bir dış, özellikle İlahi müdahaleye ihtiyaç duymaz. Bu sebeple doğanın mükemmel işleyişine müdahale edilmemeli, doğanın kendi kendini düzenleyerek dengeye varmasına engel olunmamalıdır. Bir rivayete göre Rus Çariçesi, Rusya´nın iktisadi sorunlarına çözüm bulmak için bir grup Fizyokratı Rusya´ya davet eder. Fizyokratların önerdiği çözüm ise hiçbir şey yapılmaması, doğal işleyişe müdahale edilmemesi, böylece piyasanın kendi dengesini sağlayacağı şeklinde olunca Çariçe Fizyokratlara kapının gösterilmesini emreder.
?Görünmez el?in sadece metafizik bir kurgu olduğunu, piyasanın kendi kendine dengeye gelmediğini, mükemmel işleyen ?doğal bir düzen?in bulunmadığını anlamak için 1929 dünya ekonomik buhranını beklemek gerekecekti. John Maynard Keynes, piyasanın eksik rekabette de dengeye gelebileceğini, bu durumda atıl kaynakların olacağını, örneğin istihdam edilmeyen emeğin, yani işsizliğin sürekli olabileceğini söyler. 1929 buhranında ortaya çıkan yüksek oranlı işsizlik karşısında bu açıklama oldukça makul ve ikna ediciydi. Nitekim uygulanan politikalarla devlet artık tarafsız bir gözlemci olmaktan çıkıp piyasaya para ve maliye politikalarıyla aktif bir biçimde müdahil olmuştur.
Bütün bu anlatımdan çıkan sonuç, piyasanın yönlendirilmesinde politik iktidarın belirleyici bir rolünün olduğudur. Bu sonuç, elbette piyasanın kendi kurallarının olmadığı değil, ama piyasanın kendi başına bırakılmadığı, politik hedefler doğrultusunda yönlendirildiğidir.
Türkiye´de yeniden harareti artan döviz kurunun gelişiminin, politik hedeflerle ilgisiz, kendi başına işleyen piyasanın bir sonucu olduğunu düşünmemek gerekir. AK Parti iktidarının 15 yılı aşan süresince Türk Lirası, aşırı değerli bir düzeyde tutulmuştur. Örneğin bir yıl önceki cari açık, yani döviz açığı 50 milyar doların üstündedir ki bu tutar, yaklaşık 800 milyar dolarlık GSMH´nın yüzde 5´inden daha fazladır. Ancak değerli TL döneminin sonuna gelindiği anlaşılmaktadır. 2018 yılındaki değer kaybı, 15 yıllık bir dönemin bitişinin ilanıydı aslında. Bir dönemin bitişini ilan edercesine sert bir değer kaybı yaşandı.
Eğer son bir yılda yaşanan TL´deki değer kaybı gerçekten de bir dönemin sonunu işaret ediyorsa o takdirde bundan sonra cari açık veren bir döviz kuruyla karşılaşmayacağız demektir. Yeni iktisadi dengenin bütünüyle yerli yerine oturabilmesi ise zaman alacaktır. Yeni dengeden kasıt, yeni döviz kuru politikasıyla iktisadi büyümenin sağlanmasıdır. 2018 yılının ikinci yarısında yaşanan değer kaybı, ekonomiyi küçülme trendine soktu. 2019 yılı beklentileri de ekonominin küçüleceği yönünde. 2020 yılında ise oldukça mütevazı büyüme beklentileri söz konusu. Yeni dengenin oturması ancak 2020 yılından itibaren ortaya çıkabilecek.
Bu süreçteki küçülme ise daha önceki yılların birikiminin bir sonucu. Değerli TL ile ithal mal fiyatlarının düşük tutulması, tüketimi kamçılamıştı. Şimdi ise TL´nin görece reel değerine kavuşması, öncelikle ucuz ithalatın önünü kesti. Geçen yılın ikinci yarısından itibaren ithalatta belirgin bir düşüş yaşanmaktadır ve ekonomik küçülmenin temel sebebi de bu düşüştür. Mevcut kur politikasıyla ithalattaki düşüş trendinin sonuna gelindiğinde ekonomik büyüme evresine de geçilmiş olacaktır.
İktisadi trend devresini siyasi gelişmelerden bağımsız düşünemeyiz. TL´nin değerli tutulduğu dönemde Türkiye içerisinde sistem revizyonu yaşandı, Kemalist düzenin muhafazakâr kitleyle barışacağı bir denge oluşturuldu. Dışarıda ise 1979´dan beri küresel sistem için bir baş ağrısı olan İran sorununa bir şekilde çözüm getirildi. Her ne kadar Trump-Pompeo ikilisi, ?Daha fazla bir şey koparabilir miyiz?? diye at pazarlığına giriştiyse de anlaşıldığı kadarıyla temel parametrelerde bir değişiklik olmadı ve olmayacak. Böylece hem Türkiye´nin hem de Ortadoğu´nun orta vadeli geleceğinin yol haritası şekillenmiş oldu.
Tabii Türkiye ekonomisinin önümüzdeki dönem yol haritasının şekillenmesinde Ortadoğu´daki çözümün Türkiye´ye etkisinin de belirlenmesi gerekir. Bilindiği gibi Ortadoğu´daki genel dengede Türkiye, İran, Mısır üçlüsünün ağırlıklı bir yeri vardır. Bugünün konjonktüründe Mısır tamamen ABD-İsrail yanlısıyken İran tam karşıt bir pozisyondaydı, Türkiye ise ikisinin arasında bir pozisyona sahipti. Bundan sonra İran´ın küresel sisteme yakınlaşmasının Türkiye´yi boşa düşürüp düşürmeyeceği tartışılmıştı.
Türkiye´yi boşa düşürecek bir pozisyon, İran´ın Şah dönemindeki gibi jandarma rolü oynaması olacaktır. Ancak şu anki konjonktür buna işaret etmemektedir. ABD ile yapılan antlaşma, jandarma rolü veren bir antlaşmadan ziyade İran´a ?aşmaması gereken sınırları? belirten bir antlaşmaya benzemektedir. Dolayısıyla söz konusu antlaşma Türkiye´yi boşa düşürecekmiş gibi görünmemektedir. Ancak bütün bu yorumların sınırlı bir bilgiye, kamuoyuna açıklanmış verilere dayalı olduğunu da unutmamak gerekir. Elbette kamuoyuna açıklanmayan pek çok bilgi bulunmaktadır ve bu bilgilerin önemine göre farklı sonuçlar ortaya çıkabilir.
İran antlaşmasının Ortadoğu´ya yönelik muhtemel etkilerine dair fizik bilimindeki bazı teorilerle analoji kurulabilir. Örneğin Newton´ın yerçekimi kanunu veya buna karşıt görünmekle birlikte bunun farklı bir ifadesi olan Einstein´ın kütle çekim kanunu, kütlenin uzayı eğdiğini iddia etmektedir. Kütlenin etkilediği uzayda yer alan cisimler, kütlenin uzayı eğmesinden etkilenmekte ve farklı bir pozisyona girmektedirler. Benzeri bir analoji bileşik kaplar teorisi üzerinden de yapılabilir. Çeperinde dahi yer alsa İran´ın sisteme dahil olması, kütle çekimi gibi veya bileşik kaplar misali diğer oyuncuların pozisyonunu da sistemin merkezine yaklaştıracaktır. Bu sebeple geçmiş dönemde göreceli de olsa Türkiye´nin Batı sistemiyle limoni ilişkilerinin önümüzdeki dönemde düzelebileceği, daha yakın ilişkilerin kurulacağı söylenebilir.
Ancak bu noktada önemli olan, Türkiye´nin sıkışmış olduğu 10 bin dolar tuzağından kurtulup kurtulamayacağıdır. Türkiye´nin 2008 yılı GSMH´sı 10 bin dolardı ve arada geçen 10 yılı aşkın süreden sonra hâlâ 10 bin dolar düzeyinde. Türkiye´nin bu kapandan kurtulabilmesi için yeni sektörlerin kazanılması gerekir. Tekstil, turizm ve inşaatla ancak buraya kadar geliniyor. Bundan sonraki aşamaya geçebilmek için küresel çapta etkin olan bir elektronik sektörüne veya en azından kendi iç piyasasını karşılayan bir otomotiv sektörüne ihtiyaç var. Önümüzdeki dönemde bu sektörlerin kazanılacağına dair herhangi bir işaret olmadığı gibi bunların yerini tutabilecek başka bir kıpırdanma işareti de görünmemektedir.
Önümüzdeki 10-20 yıllık bir dönemde Türkiye ekonomisini sırtlayacak motor bir sektör devreye sokulmayacaksa refah ve gelir dağılımı problemi daha yoğun bir şekilde hissedilecek demektir. Bu ise peşi sıra siyasi istikrarsızlığı getirecektir. Eğer küresel paylaşımda Türkiye´nin payına 10 bin dolar engelini aşan bir üst kademe refah payı düşmeyecekse 1990´lardakine benzer bir siyasi istikrarsızlık dönemi yaşanabilir.
Kaynak: Özgün İrade Dergisi