EKMEK KAVGASINI KİM SAVUNACAK?

Cihan Aktaş - 22.10.2018

EKMEK KAVGASINI KİM SAVUNACAK?

Görkemli projelerin arka planında yaşanan hak ve emek sorunları geçiştirilmesine seyirci kalacağımız sıradan olaylar değil. Günümüzde hemen herkes kendini uygar ve iyi bir insan şeklinde gösterebilir. Ne vakit ki beklenmedik, zorlu bir olay vuku buldu işte o anda verdiğimiz tepkide ortaya çıkıyor gerçek karakterimiz. Hakikaten alın teriyle geçinenlerin maruz bırakıldıkları şartlar karşısındaki tavrımız da ne kadar aksini iddia edersek edelim hayat görüşümüzü, ufkumuzu, ideallerimizi yansıtıyor.
Emeğiyle ağır işlerde çalışanlar sürekli asansör cinayetlerinde can veriyor. ?Cinayet? diyorum, çünkü çoğu olayda asansörün bakımsız olduğu gerçeği bazen açığa çıkıyor bazen çıkmıyor. Yaşananların üstüne örtme ama aynı zamanda kayıtsızlık toplumsal ahlakı aşağı çekerken ahlakçılık yükselişe geçiyor elbette. Kanser hastası işçisini kovan şirket, ?Herkesin başına bir sürü şey geliyor? diye savunuyor kendini. Kriz olsun olmasın öne çıkarılan hep işverenin amaçları, itibarı oluyor; dışarıya yansıyan böyle. Paranın ve itibarın kibriyle hareket edenler karşısında adaletten başka nereye sığınabilir ki canı yanan mağdurlar?
?Ekmek Kavgası?ndan Ken Loach filmlerine uzanan bir dizi kurgu beliriyor zihnimde? Madenlerde ?yaşam odaları? olmadığı söylenmişti Soma´da, ölümden dönen işçiler tarafından; Üçüncü Havalimanı işçileri ise eylemlerinde ?yaşam halatı? olmadan çalışmaya mecbur bırakıldıklarını anlatmaya çalıştılar. Kendileri için hayati bir konuda ve bardağın taştığı yerde attıkları çığlık yüzünden hainlikle ve başka şeylerle suçlandılar. Kimi acul kanaat teknisyenleri işçilerin değil patronların açıklamalarına kulak verdiler. Bununla yetinmeyip işçilerin yatakhanelerini istila eden tahtakurularından şikâyetleriyle alay eden yazılar yazdılar. Dahası neler olup bittiğine dair soru sormaya teşebbüs edenler hainlikle suçlandı. Sahi ne kadar ucuzladı hainlik? İşi belli bir tarihe yetiştirmekten başka maksadı olmayan patron veya yönetim işçiden olumsuz şartlar altında mucizevi bir çalışma bekliyor. Hâlbuki Emile Zola romanlarını andıran çalışma şartlarına itiraz edenlerin sesine kulak verilseydi, eylemler duracaktı. Beri taraftan hâlâ bu eylemlerden sorumlu tutulan işçilerin bir kısmının tutukluluğu devam ediyor. İlginç bir suskunluk sarmalı da yok değil. Ne ilgili bakanlıklar ne İstanbul valisi konuyla ilgili olarak kamuoyunu aydınlatacak açıklamalar yaptı.
Tahtakuruları, kayıt dışılıktan olsa gerek, elden ödenen maaşlar, yaşam halatının göz ardı edilmesi? Memleketteki inşaat işçiliği gerçeği üzerine biraz olsun fikriniz varsa bunların hayali iddialar olmadığını bilirsiniz. Kaldı ki patronun üstenci sözlerine değil işçinin yakıcı çığlığına kulak vermek akleden kalbin tabii eğilimidir. Bizler ise uzun zamandır kalbimizin sesine kulak vermediğimiz için ne çok acıya bigâne kalmaktayız! Kaçırılan ne çok emek, ödenmemiş ne çok hak var. Bunları yaşayanlar dile getirmeden bilmek ve duyurmaktan sorumluyuz üstelik. Vinç cinayetleri hiç yaşanmıyormuş gibi inşaatlara masumiyet atfedilmesi akla, Marshal Berham´ın Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor isimli kitabındaki tespitlerini getiriyor. Proje, en önemli araca ve hedefe dönüştüğünde önce feda edilenler, seslerini duyuramayan işçiler oluyor.
Geçen hafta Üçüncü Havalimanı projesinin CEO´su, işçilerden özür dilediğini, onların eylemlerinde haklı olduğunu açıkladı. Sorunlar varmış şantiyede, ama kendisine haber verilmemiş. Bu mazeret olabilir mi, bilmiyorum.
Neredeyse tüm konularda kendini haklı, her sorunda kendini mazur görme tutumunu ele veren açıklamalar bütün siyasetleri birbirine benzetiyor. Hakikatinde uzaklaştırılan dini kavramlar, gerçekleşemeyen fiilin (veya sözün) boşluğunu kapatabilirmiş gibi daha bir vurgulu olarak yankılanıyor gündemde. Dini hassasiyet veya dini kavramlara saygı siyasette bilfiil gerçekleştiği takdirde güven uyandırıyor oysa. İşçinin alın teri kurumadan hakkı verilir, yargıda güçsüzlüğü açık olanın savunması geçiştirilirken arkası olanın beraatına göz yumulmaz, sadece düşüncelerini dile getirdiği için insanlar işinden gücünden edilmez, kişisel öfkelere kurban edilmez adalet?
Fark etmek o kadar zor olmasa gerek artık: Mazlumun aynadaki resmi sürekli değişiyor. Dönem yeni mazlumiyet halleriyle sınıyor eskinin mazlumlarını. Ben bu cümleyi geçen yıllar içinde defalarca yazdım: Statüko, mazlumiyetin sonsuz rövanşının talepleri yerine hakikat adına sarsıcı bir şeyler koymakla dönüşebilir ancak.
Bence İslâmcıların geçen on beş-yirmi yıl içindeki asıl meselesi devletin sağladığı imtiyazlara kapılırken, ?devlet gibi oluşur ve konuşurken? eleştiriye dayalı varlık alanlarının güvenini yitirmek. Bu güven mahrumiyetler döneminde oluştuğu için daha da kırılgan görünüyor şimdiki zamanın şartlarında. Yokluk sınar, ama asıl varlık gösterir mahiyetinizi. Canı pahasına ekmek parası kazanmaya çalışanın maruz kaldığı güçlükleri örtbas etmeyi meşgale ediniyorsak, nasıl bir anlam iletebilir mahrumlara derin bir mazinin hatıralarını yankılayan kelimelerimiz?
Haddi aşan uygulamalar, hak ihlalleri, istismarlar, bizim yaklaşımlarımıza göre yer buluyorlar gündemde. Devlet her zaman hantal, siyaset aceleci ve kendi şartlarına bağımlı? Şartlar ne olursa olsun adaleti hatırlatanlar ve uyaranların varlığıyla bir toplum hakiki muhasebesini yapabilir. Kendini kusursuz görüp sorunların kökenini hep ötekinin zaaflarında arayanın ne sanatı oluşuyor ne irfanı. Ve evet, elbette, hatalarımızla yüzleşmeden ümit etmeye hakkımız yok.