Türklerin de ameli mezhebinin kurucu müçtehidi olan Ebu Hanife laik miydi şeriatçı mı?
Şimdi bu soru birileri için son derece anakronik gelebilir. “Laiklik-Şeriatçılık tartışması modern dünyanın mahsulü bir ihtilaf iken sen nasıl olur da bunu asırlar önce yaşamış, hele hele Aydınlanmanın dünyayı henüz aydınlatmadığı bir zaman diliminde dünyaya gelmiş bir din âlimi için sorabilirsin?” diyebilir.
Diyebilir lakin haksızdır.
Zira “laiklik” kavramı Hıristiyanlık tarihi kadar eski, “şeriat” kavramı ise dünya tarihi kadar eskidir. Tarih boyunca gönderilen her peygamberle birlikte şeriat/yasa, ya gönderilmiş ya da bir önceki tadil edilerek tasdik edilmiştir.
“Laik” kelimesi Hıristiyanlığın yaşadığı bir sapma neticesinde zuhur etmiş ve kavramlaşmış bir sözcüktür. Anlamı ruhban olmayan demektir.
Günümüzde bu iki kavrama istinat eden tartışma ise tarihi kilise-devlet çatışması bazında Batının kendi sorunlarını dünyaya teşmil etmesi sonra da bulduğu çözümlerini diğer toplumlara “ideoloji” kılıfı altında dayatması alışkanlığıdır.
Mesela tarihinde sınıf çatışmasının yaşanmadığı, günümüzde ise ne burjuva ne de proletarya sınıflarının bulunmadığı coğrafyalarda “sosyalizm” adı altında kendi bünyesine uygun bir reçeteyi/ideolojiyi yayması gibi.
Bunun da en somut örneği PKK olsa gerek... PKK yani Kürdistan İşçi Partisi...
Gelelim konumuza; sorunun cevabını peşinen verelim: Batı penceresinden bakıldığı zaman Ebu Hanife bal gibi laiktir. Ama aynı zamanda da şeriatçı. Zira o Kilise gibi örgütlenmiş bir kurumun müntesibi yani ruhbanı değildi. Olamazdı da çünkü İslam tarihinde örgütlenmiş bir “cami” kurumu hiçbir zaman olmamıştı. Binaenaleyh ruhban olmaması Ebu Hanife’yi mecburen “laik” yapar.
Ayrıca Ebu Hanife dünya işleri ile meşguliyeti olan bir bilgindi. Tüccarlık yapar kumaş alır satar, çarşı pazarda gezer halkın arasına karışırdı. Dolayısıyla hayattan/dünyadan kopuk yaşayan birisi de değildi.
Ama o bu hayatı sürdürürken yasaya/şeriata da tabi idi. Bilgin olması hasebiyle halkın karşılaştığı sorunları çözüyor ve kendi adı ile anılacak bir fıkıh mezhebinin yani hukuk okulunun temellerini atıyordu.
Buradan hareketle şöyle desek sanırım hata etmiş olmayız. Toplumlar kurulmuş olan farklı dünyalardır. Her dünya özgün kavramları üzerine bina edilir. Doğan her çocuk bu kavramları içselleştirerek büyür, sonra da hayata tatbik ederek dışsallaştırır, böylece o toplum her nesilde tekrar tekrar kendisini üretmiş olur.
Elbette toplumlarda değişiklikler d/evrimler olur. Lakin o toplumun temel vasıfları değişmez. Kendi dünya görüşü ve hayat tecrübesine bağlı kavramsal yapıda, kavramlara tekabül eden varlıkların hiyerarşisinde değişmeler yahut anlam farklılaşmaları olur. Ama o kavram asla o dünyada anlamsız ve lüzumsuz kalmaz. Mesela Fransız devrimi neticesi Batı toplumlarında elbette büyük değişmeler yaşandı ama o dünya asla bir kül olarak terk edilmedi. Ne “varlık”, “insan” ve “toplum” telakkilerinde köklü bir değişiklik yaşandı ne de dünya görüşlerinde; hatta dünya üzerindeki iddialarında. Hâkim sınıf değişirken buna mütenasip olarak, kavramların oluşturduğu terkipte farklılıklar yaşandı o kadar.
Bunun tek istisnası Kemalist devrimdir. Bir toplumu tarihi köklerinden tamamen koparıp bambaşka bir dünyaya taşıma teşebbüsüne kalkışan tek devrimci hareket Kemalizm’dir. Batı açısından da çok önemli bir gelişmedir Kemalizm’in bu cüreti şüphesiz. Başarılı olup olmadığı bahsi diğer bir mevzu, lakin türünün tek ve son örneği olduğu zannımca tartışmasız...
Ebu Hanife laik mi yoksa şeriatçı mı? Sorunun abesliğinin, din-devlet-toplum ilişkisini Batı modelleri içerisinde açıklamak ve kavramak yanlışlığına düşülmesi sebebiyle oluştuğu apaçık. Yoksa özgün yapısında, kendi anlam dünyasında bu sorunun akla gelmesi bile mümkün değildir
Dolayısıyla soruda sırıtan hususiyetin nedeni anakronizm değil toplumların dünyalarının farklı olmasıdır.
Kaynak: Milat Gazetesi