Sezen Aksu tartışmaları büyüdü. Doğrusu yazıp yazmama husûsunda çok düşündüm. Başlangıçta yazmamak karârındaydım. Daha sonra, bu gündemin bâzı değerlendirmelerimi yazmak için bir fırsat olduğunu hissettim.
Bilge mîmar Turgut Cansever’in parça-bütün ilişkisi üzerine yapmış olduğu değerlendirmeler çok dikkâtimi çekmiştir. Turgut Bey, Osmanlı estetiğinin, belli bir bütünlük fikri üzerinden parçaların şahsiyetini ortaya çıkaran bir yapısı olduğunu sayısız misâller üzerinden vurgulardı. Buradaki şahsiyet vurgusu bilhassa düşündürücüdür. Oryantalist külliyat ise bize, mâhut Doğululuk şablonu tam aksini imlemektedir. Doğu’da, Batı’nın aksine bireysellik fikrinin olmadığını, bireyselliklerin ezildiğini söyler. Buna göre, Batı, bireyselliklere verdiği değer üzerinden demokrasiye, çoğulculuğa evrilirken, Doğu organik, otokratik bir dünyâ görüşlerine ve pratiklerine savrulmuştur.
Şahsî düşüncem, meselenin nesne-özne ilişkisinde düğümlendiği istikâmetindedir. Batı, parlak söylemler üzerinden yücelttiği özneyi aslında nesneleştirmiştir. Bu nesneleştirme sürecini besleyen baskın, ana düşünce insanın aslında kötücül olduğu düşüncesidir. Thomas Hobbes’un meşhûr Homo homini lupus, insan insanın kurdudur ifâdesi tam da bunu anlatır. Bu hükmün sâdece hayâl kırıklıklarından gelen tecrübî bir niteliği olduğu kadar, dünyâ görüşü düzleminde de bir karşılığı olduğunu dikkâtten kaçırmamak lâzımdır. Daha derinlerde, Katoliklikten gelen, püritanlığın ise katmerleştirdiği, insanın daha doğumuyla bu dünyâya bir günahkâr olarak geldiğine inanan dinsel bir tesirin yattığını düşünüyorum.
İnsanı kötücül kılan süreçlerin açığa çıkması duygular üzerinden olur.
O hâlde, duygular topyekûn olarak bastırılmalıdır. Batı’yı Batı yapan iddialardan birisi olan akılcılığın işlevi de budur. Kartezyen temeldeki akılcılık, öznenin nesneleştirilmesidir aslında. Nesnellik düşüncesi de bunun metodunu şekillendirmiştir. Akıl, kötülüğün kaynağı olan duyguları bastıracak, özneler de öznelliklerinden vazgeçecek, aklın zeminini oluşturan ortak iyilik zuhûr edecektir. Foucault’nun uzun uzun bahsini ettiği disiplin toplumudur bu aslında. Maddî arkaplânında ise, sanâyileşmeye dayalı kapitalist üretim ve mübâdele ilişkileri yatar.
Romantikler, 19. Asır’da bu baskılamalara ilk olarak şerh düşen çevreleri anlatır. Meseleleri, duyguların, aklın bu baskılamalardan arındırılmasıdır. Batı’nın post-Romantik tekmil arayışları, Empresyonistlerden Dadacılara, oradan Karşı-kültür hareketlerine varıncaya kadar hep özneyi yeniden özgürleştirme arzusudur. Bu arayışların ürünlerinin âkıbetleri ise hüsranlıdır. Kapitalist ilişkiler onları reddetmemiş ve alan açmıştır. Bu arayışlar, toplumsalda karşılığı çok mahdut olan, pek çoğu kapitalist kültür piyasalarında mallaşarak dolaşıma sokulan acayiplikler olarak mâcerâlarını tamamlamışlardır. Batı’nın “zengin” kültürel üretiminin katıksız bir marjinalizm meselesi olduğunu düşünmüşümdür.
Bu nesneleşme süreçlerinin pratik başarısı ise toplumsal düzlemdeki yatıştırıcı tesiridir. Medenî hâllerin tasviri aslında bu yatışmışlığı vurgular. (Freud ve Elias’ı hatırlayalım). Mesele, bu yatışmışlığın ne ölçüde ehlileşmeyle veyâ bastırılmışlıkla alâkalı olduğudur. Evet, Batı’da bir şeyi kimin söylediği o kadar da mühim değildir. Mühim olan ne söylendiğidir. Her şey özenle özneden ayrıştırılır. Onun için de fikir kavgaları olmaz oralarda.. Batılı beş duyu, söylenen söz, ortaya atılan fikir veyâ eser; daha mühimi onların ne kadar duygulardan arındırılmış nesnel doğrular ile ne kadar uyumlu olduğu ile alâkadardır. Bunun Kıt’a Avrupası’nda tümdengelimci-felsefî, Angloamerikan dünyâda ise tümevarımcı- pratik-işlevsel çeşitlemeleri vardır. Bu iki ana açılımı, ne olduğunu bil know what (ne olduğunu bil) ve know how (nasıl olduğunu bil) şiarlarıyla hülâsa edebiliriz. Burada açıkta, boşlukta kalan soru ise ahlâkîdir. Bildiklerimizle neleri yapıp, neleri yapmayacağımız; neleri yaparak nelere yol açacağımız belirsizdir. (Know what to do).. Ne yapılmalı sorusudur iyot gazı gibi açığa çıkan..
Disiplin toplumu olmayan veyâ olamayan toplumlarda ise işler karışıktır. Duygular topraklanmamış, kablolanmamıştır. Tam aksine, arada kalmışlıkla daha da yüklenmiştir. İnsan-insan ilişkisi yüksek gerilimli hatlar üzerine kuruludur. Kışkırtıcı, yakıcı ve yıkıcıdır. Öznellik bunun trafo merkezidir. Bizler için ne söylendiğinden daha mühim olan onu kimin söylediğidir. Akımlar, ne söylerse güzel söyler hattı ile ne söylerse söylesin kötü /kötüyü söyler hattı arasında işler.
Bu diyârlar, know what’ı da, know how’ı da kabûl etmez. Bizim için, her seviyede kim olduğunu bil (know who) düsturu işler.
Doğrusu ben bu tahripkâr ilişki ve süreçleri nihâî tahlilde o kadar da kötümser değerlendirmiyorum. Tam aksine bir fırsat olarak görüyorum. Çok şükür duygularımızı “onlar” gibi kaybetmedik. Tabiî ki bu hâliyle, hele ki sosyal medyanın azgınlaştırdığı hâliyle kabûl edilebilir durumlar yaşamıyoruz. Ama en azından duygularımızı-asla disipline etmek değil ıslah edebilecek bir fırsata sâhibiz. Çok şükür bizden, insan insanın kurdudur diye yazan Hobbes gibiler değil, insan insanın uzvudur diyenler çıktı… Hatırdan çıkarmayalım; insanı insan yapan neleri düşündüğünden daha fazla neleri hissettiğidir. Hissettiğimiz kadar varız. Gayrısı yok.