Önceki yazımda, insan-insan, insan-nesne ilişkilerindeki değişmeleri gözeterek, yaşadığımız hayatı kendi gerçeklerine göre değerlendirmeyen dini yaklaşımların daha baştan problemli olacağını söylemiştim.
Hayır, konuyu Benjamin´den mülhem diyalektik imge tartışmasına yaslayarak, nazariyat çekmek niyetinde değilim.
Zaten bu, sıradan birkaç olayın (din ile fitne çıkarmanın ötesinde hiçbir alışverişleri de olmayan bir takım mihraklarca) aşırı şekilde abartılarak toplumsal bir kriz seviyesine taşınmaya çalışılmasına hizmet etmek olur.
Dolayısıyla, hangi olaylara, gerçekliklere, etkiye, maksada tabi olarak üretilmiş olursa olsun, sonuçta bir bardak suda kopartılmak istenen fırtınayı elimizin tersiyle bir kenara iterek, kendi zamanımızdaki dolayısıyla doğrudan kendi sorumluluğumuzdaki dini düşünceyi konuşmayı ve mevcut sorunları içinde tartışmayı öne almak ihtiyacındayız.
Bu bahiste nesnelerle ilişkilerimizi yeniden düşünme ve hayatı buna göre yorumlama teklifinden de önce Müslümanca düşünmeyi düşünmenin esaslarını (konuşma ve tartışma zeminini) yeniden belirlememiz acil bir ihtiyaç olarak görünüyor.
İbn Arabi´nin Dini Çeşitlilik Dairesi olarak formüle ettiği, değişmesi mümkün olmayan şu döngü söz konusu yönelişte asli bir değer taşıyor:
?* Dinler yalnız ilahi ilişkilerdeki farklılıktan dolayı farklı olur.
* İlahi ilişkiler yalnız durumlardaki farklılıktan dolayı farklı olur.
* Durumlar yalnız zamanlardaki farklılıktan dolayı farklı olur.
* Zamanlar yalnız hareketlerdeki farklılıktan dolayı farklı olur.
* Hareketler yalnız teveccühlerdeki farklılıktan dolayı farklı olur.
* Teveccühler yalnız gayelerdeki farklılıktan dolayı farklı olur.
* Gayeler yalnız tecellilerdeki farklılıktan dolayı farklı olur.
* Tecelliler yalnız dinlerdeki farklılıktan dolayı farklı olur.?
Bu döngüye tabi olarak kendi zamanımızın düşüncesinde genelden özele, esastan ayrıntıya (olgulardan olaylara) doğru, hayatı her an yeniden yorumlama kabiliyetimizi geliştirebildiğimiz takdirde ancak gözümüzde büyüttüğümüz ya da farklı maksatlarla büyütülerek, hakkımızda (inancımızda) kolektif bir suçlama nesnesine dönüştürülmek istenen sorunların üstesinden gelmeyi başarabiliriz.
Çünkü içinde bulunduğumuz hız çağıyla birlikte imgenin üretiminde de adeta bir yağmur sağanağı altında yaşıyor gibiyiz; düşünmede geciktiğimiz takdirde düşünmeyi düşünmekten de aciz kalmış olacağımız aşikârdır.
Elbette musavvire (hayal gücü), tasavvur (fantazya), tezahür (fenomen), tezahür fikriyatı (fenomenoloji) bakımından mütehayyilemiz (imgelemimiz) ilk yaratılışına göre işliyor ancak bunlar yoluyla ürettiğimiz imgeler sürekli değiştiği için hayatımız ve bununla birlikte hayatı algılayış ve yorumlayış tarzımız da sürekli değişiyor.
Örneğin su imgesi planında, devesiyle çölde seyreden bir bedevinin, Su Kasidesi´ni yazan Fuzuli´nin, çeşme başında türkü söyleyen Karacaoğlan´ın su ile ilgili imgelerini artık kurmadığımız gibi, su ile ilişkimizi de onların ilişkilerinden çok farklı şekilde kuruyoruz.
Nitekim şehirde yaşayan birinin su ile kurduğu ilişki, bugün muslukla sınırlandığı gibi, yağmurla, karla, baraj vb. su havzalarıyla kurduğu ilişki de (bunlara bağlı olarak ürettiği imgelerle) susuzluk imgesine ekleniyor.
Bu yıl olduğu gibi karın yağmaması, susuz kalma korkusunun yanı sıra hastalık (virüs, mikrop) imgesi olarak dayatıyor kendisi aynı zamanda.
Haliyle, ilk-sel madde (yaratılışın özü) olarak su imgesi, söz konusu tutum ve bakışlarla geriye itilirken, aynı zamanda Tanrı´yla kesintisiz ilişkinin bir fenomeni olarak da geriye itilmekle, su salt muhtaç bulunulan bir madde olmak bakımından dünyevileştirilirken, gündemimizdeki yeri de salt zorunlu muhtaçlık ilişkisine indirgenerek sıradanlaştırılıyor.
Dini düşünce noktasında değişen su imgesi, aynı zamanda yaşama zevkinde, güzellik anlayışında, kültürel algıda, sanat zevkinde meydana gelen değişmeleri de temsil etmesi bakımından, düşünsel kodlarımızdaki değişmeyi de beraberinde getiriyor.
Daha net bir söyleyişle, bugün için Fuzuli´nin Su Kasidesi´ni anlamakta çektiğimiz güçlük, aslında geçmişin imgelerini anlamaktaki güçlüğümüzdür; bu güçlük aynı zamanda Kerbela faciasını doğru anlama konusundaki cehaletimizin de ipucudur.
Hal böyle olunca, imgeleri oluşları, kurgulanışları ve üretilişleri bakımından Benjamin´kilerle aynı şekilde düşünmek durumunda değiliz. Ancak modernizmin şerrine onunla aynı düzeyde muhatap oluşumuzla bezer dikkatleri, hassasiyetleri yüklenebiliriz.
Bizim nesne ile kurduğumuz ilişki, bizim düşüncemize ve düşünmemize tabi bir varoluş ilişkisidir ki, bu da ancak kendi (ilahi) sistematiği ve kuruluşu (dünyeviliği) içinde doğru anlaşılabilir.