Adamın biri babasından kalma elbiselik kumaştan kendisine bir takım elbise yaptırmaya karar vermiş.
Bir mahalle terzisine gitmiş.
Üstün körü provalar bittikten sonra elbisesini almaya geldiğinde hevesle elbiseyi sırtına geçirmiş, geçmiş aynanın karşısına ki bir de ne görsün?
Elbisenin bir omuzu diğerine göre aşağıda.
Şaşkınlıkla bakarken, “Nasıl buldunuz elbiseyi?” diye sormuş terzi.
“Güzel olmasına güzel de, şu omuz.“ demiş aynaya doğru yan dönerek adam.
Terzi; “Siz yanlış duruyorsunuz. Kaldırın biraz omzunuzu,” demiş.
Adam bakmış aynaya hakikaten bir omuzu kaldırınca elbise daha düzgün duruyormuş.
**
Bu sefer gözü elbisenin yakasına ilişmiş.
“Şey,” demiş “bu yakalar sanki üst üste binmiş gibi duruyor...”
Terzi hemen atılmış;
“Yok öyle değil....Şişirin göğsünüzü öyle sünepe gibi durmayın, kasılın biraz, bakın düzelecek.”
Adam olabildiğince göğsünü şişirmiş gerçekten yakalar biraz açılmış.
“Bu ceketin arkası uzun” diyecek olmuş, ki terzide cevap hazır;
“Kardeşim siz düzgün durmuyorsunuz ki. Azıcık öne doğru eğilin.”
Adam eğilmiş ve gerçekten de arkası ile önü aynı olmuş elbisenin.
**
Öne eğilmiş göğsü şişkin ve tek omuzu havada aynaya bakmış pantolonun bir bacağı uzun.
Korka korka; “Sizce de bir paça öbüründen uzun değil mi?” diye soracak olmuş.
Terzi sesini yükselterek; “Ayağınızı yan atıyorsunuz ondan şu bacağı öne atın iyice“ demiş.
Adam bacağını ileri doğru atmış öbür bacağını da hafifçe geriye kıvırınca paçalar tıpatıp aynı durmuş.
Adam daha fazla soru sormamış çünkü azar işitmekten korkuyormuş.
Parayı ödemiş, eski elbiselerini sardırmış ve yeni elbisesi ile yolda yürümeye başlamış.
**
Tabii ki elbisenin hakkını vermek için bir omuzu kaldırılmış, göğsünü şişirmiş, hafifçe öne doğru eğilmiş ve bir bacağı arkaya doğru kıvrık yürüyormuş.
Yürürken oradan geçen iki kişiden biri bizimkini bir süre izledikten sonra öbür arkadaşına şöyle demiş;
“Şu adama bak, belli ki yeni diktirmiş üzerindekini.... “
Bir süre kıvrana kasıla yürüyen adama bakmışlar sonra da;
“Görüyor musun?. Şu bizim mahallenin terzisi o kadar ustadır ki! Bu çarpık vücuda bile takım elbiseyi ne güzel oturtmuş.”
**
Üzerimize bazen isteyerek bazen de yaşamın yönlendirmesi ile giydiğimiz kimliğimiz, davranışlarımız, unvanımız; aynen elbiselerimiz gibidirler.
Tabii ki çok istediğimiz/özendiğimiz elbiseler için vücudumuzu eğip büküyor, elbiseyi hayal ettiğimiz şekilde doldurmaya çalışıyoruz.
Ama bunu yaptığımızda çarpık bir görüntü veriyoruz ve kendimizden uzaklaşıyoruz.
Bu durum bizi de yoruyor, yıpratıyor çoğu kez hiçbir işe de yaramıyor.
Oysa elbisemizin içinde kendimiz gibi (insan gibi) durmayı göze alabilirsek, yani içimizle dışımız (duruşumuz) bir olursa kendimizin değil, “terzi” metaforu ile simgelenen şartların çarpıklığı daha iyi görülebilecektir.
İnsanın kendisi gibi olması cesaret ve özgüven gerektirir.
Mevkiler / ünvanlar çok benmerkezci kavramlardır.
Onları bir süre taşıyanlar kendilerini yücelmiş / onurlandırılmış hissederler.
Ama mevki / ünvanları asıl onları taşıyanlar onurlandırırlar.
Hem de başkalarının yaptıklarını taklit ederek değil kendilerince doğru şekilde taşıyanlar...
**
Sosyal medyada sık gördüğüm ve sevdiğim paylaşımlardan biridir yukarıdaki alıntı.
Her şartta kendimiz olabilmek kolay değil.
Toplumda bir sürü farklı kimliklerimiz var; Anne, baba, kadın, erkek, emekçi, yönetici gibi.
Ve bu kimliklere uygun kalıplaşmış davranış modelleri var; Evde ailemizle sıcak samimi engelsiz, mesafesiz dururken, iş ortamında, sokakta daha mesafeli daha ciddi olmak gibi.
Buradaki sorun ne?
Sorun şu; Evde, iş ortamında, sokakta, küçükle, büyükle, kadınla erkekle, zenginle, yoksulla, işçiyle patronla ve hayvanlarla insana yakışır iletişim kuramamak.
Beceremediğimiz, karıştırdığımız nokta burası.
Duruşumuzu, yürüyüşümüzü terziler belirlediği sürece de beceremeyeceğiz ve insanlıktan uzaklaşacağız.
Başkalarını düzeltmeye çalışmak, onları eksik ve kusurlu göstermeyi tercih etmek yerine neden düzelmeyi, kendi eksik ve kusurlarımızı gidermeyi denemiyoruz.
Çünkü o zor.
Zora da talip olmak da herkesin harcı değil.