Dünün “klasik” cemaatlerinden bugün elde bulunması gereken İslamcılığa -Bir Giriş Denemesi-

Sait Alioğlu Yazdı;

Dünün “klasik” cemaatlerinden bugün elde bulunması gereken İslamcılığa -Bir Giriş Denemesi-

Bu topraklarda Selçuklulardan başlamak üzere birkaç dinî temalı cemaat Osmanlı’da oluşmuş, varlık göstermiştir. Selçuklu döneminde var olan cemaatlerin kahir ekseriyeti, farklı versiyonlar içerseler de, genelde tasavvuf olgusuna, daha doğrusu, temelini dinden aldığı savlanan başlıca yorumlara dayanmaktadır.

Bunlar; Ahilik, Mevlevilik –Mevlânâ’nın vefatından sonra- Ekberilik vs.

Belirttiğimiz üzere her biri tasavvuf’a hamledilen yorumları savunmalarına rağmen, kendilerini en başta geldikleri bölgelerin dinî inanç ve kültürüne dayandırdılar. Bir de Sünnilik içerisinde mütalaa edilen Eş’arilik ve Maturidilik gibi itikadi/inançsal mezheplere, diğer yandan da kendini bu iki ekolden birine nispet eden Şafiîlk ve Hanefîlik gibi fıkhî mezheplere dayandırma ihtiyacı duydular.

Kaynaklara bakıldığında Azerbaycan(Hoy) Türk’ü(Türkmen) olan Ahi Evran’ın fıkhî açıdan Şafiî olduğu ve hocasının da büyük Eş’arî alimlerinden Fahru’d-fin Razî olduğu görülür.

Bu da genel anlamda; Anadolu’ya yerleşen Türklerin büyük bölümünün Eşari ve Şafiî oluşunda belirginlik kazanmasında olduğu üzere, Horasan’dan –günümüz Afganistan’ını da kapsayan- gelenlerinde –Mevlânâ ve çevresi- Maturidi ve Hanefi oluşunda belirginlik kazanmıştı.

Bu üç akımdan Ahilik, zamanla Mevlana ve çevresinin Moğollarında etkisiyle dönemin Selçuklu yönetimine şikâyet edilmesi sonucu kovuşturmaya uğramış ve akabinde bazı sistemli saldırlar sonucu ortadan kaldırılmıştı.

Ahi Evran ve ona yardımcı olan Mevlânâ’nın oğlu Alaeddin Kırşehir’de öldürülmüş ve geri kalanların büyü bölümü o dönem uç bölgeler sayılan Ege ve Batı Akdeniz taraflarına sığınmışlardı. Buna bağlı olarak Mevlana ve çevresinin önü açılmış, devlet katında büyük bir itibar görmüş ve o fikirler Mevlana’nın ölümünden sonra Mevlevilik formu içerisinde dünden bugüne büyük bir anlatı olarak sürüp gelmiştir.

Bunun yanda başlarda tasavvuf düşüncesi içerisinde farklı bir ekol olan ve Muhiddin Arabi’ye nispet edilen vahdet-i vücut düşüncesine yakın olan, ama bu ekole daha sonra makul bir Selefilik çizgisini ekleme suretiyle kendini konumlandıran Sadru’d-din Konevi’ye nispet edilen Ekberiye ekolü’ün varlığı söz konusuydu.

Ahilik, cumhuriyet’in ilk dönemlerine kadar Anadolu(Osmanlı) coğrafyasında, salt bir tasavvuf ekolü olmaktan ziyade sıradan bir tarikata dönüşmüştü. Daha sonra ise, bir açıdan İslami temellere dayandığı söylenebilen klasik ekonomi yerini, modern tandanslı kapitalist ekonomiye bıraktıktan sonra, bir de tekkelerin yasaklanması ile ortadan kalktı ve dini anlamda bir nostaljik bir hale büründü,

Ana Mevlevilik, kendini güç olarak gerek geçmişte olduğu üzere devlete yaslaması ve gerekse de laik çizgide vücut bulan Türklük adına yeniden üretilme suretiyle varlığını sürdürmeye devam etmektedir.

Bu yapıların, klasik ve klasik olduğu kadar da, dinin değil devlet, toplumsal bazda dahi görünürlüğünü yok sayan bir anlayışına karşı, hem de çökmekte olan devleti kurtarma düşüncesine yönelik olarak dönemin Müslüman aydınlarının ortaya koymaya çalıştıkları İslamcılık düşüncesinin de(aynı zamanda akım) cumhuriyetle birlikte yer altına çekilmesi sonrasında, bu topraklarda canlı kalan bir cemaat yapısından söz edilemez…

Tasavvuf saiki açısından toplumla ve toplumsallıkla belirgin bir bağı olmayan ve genellikle ülkenin batı bölgelerinde varlık gösteren bazı lokal tarikatların(Halvetilik, Gülşenilik, Rıfailik vs.) varlığını sürdürdüğü bilinmektedir.

Doğu’da(Kürt illeri) ise, öteden beri var olan Kadirilik ile birlikte, Asya’daki Türk illerinde doğan, ama Kürtlerin büyük bir itibar gösterdiği Nakşibendilik, atak davranarak öncesinde olduğun üzere II. Abdülhamid döneminde de sarayda etkin bulunan ve Osmanlı ordusu ile anılan Bektaşiliğin etkisini kırmaya çalışmış ve bu işte bir hayli başarılı olmuştu.

Şartların değişimine bağlı olarak yer altına çekilen İslamcılık akım, yanlışı ve doğrusuyla altmışlardan başlamak üzere yetmişler ve seksenlerle birlikte, doksanlarda zirve noktaya ulaşmış oldu.

Çok şey,  bu akımın elde ettiği başarıya koşut olarak ele alınmış ve tartışılmıştı. Siyasetten, ekonomiye, eğitimden sanata dek birçok alanda İslamcılık başat bir konu olarak kendine yer bulmuştu. Hatta 28 Şubat postmodern darbesinin, her şeyden ziyade –o da aslında şekilseldi- giderek güçlendiği ima edilen İslamcılık üzerinden var olan Refahyol iktidarına ve onlara yönelik baskılar üzerinden de Müslüman toplumu sindirmek için yapıldığı geçeği inkâr edilemezdi.

Bu saydığımız ve tasavvuf eksenli yapıların uğraşılarına bakıldığında, günümüz popüler ifadesiyle söylersek, “manevi anlamda kişisel ve ruhi gelişim” olarak tavsif edebiliriz.

Ama bunun genelde böyle olmadığı, bu yapıların dönem, dönem siyasete girdikleri, çoğu kez de bağlı bulundukları şeyhleri ve ona kadar gelen silsilede belli bir oranda tezahür eden isyan ve başkaldırı durumlarını da not etmek gerekir.

Zahirde maddiyata, dolayısıyla dünyevî(siyasal) iktidara önem ve pirim vermeyen bu yapıların tarih boyunca ya, kurulu düzenin sözde İslam’a uymadığını ima ederek ve o ima üzerinde örgütlenen bu yapıların “istemeye, istemeye(!)” başkaldırı içerisinde bulundukları bilinmektedir.

Öne çıktığı anlamı itibarıyla maneviyata önem veren bu yapıların sözde –hiç de sevmediklerini belirtikleri halde- siyasete dahil olmaları var olan sistemin ve dahası devletin “tez elden” kurtarılması düşüncesi olmayıp, her iki iktidar alanını birleştirerek var olan kaos ortamında kendi nam-ı hesaplarına iş görmek olarak görülmelidir.

Bu klasik davranışın, kuruluşuna ve ortaya çıkışına hamledebileceğimiz “devleti kurtarma” ameliyesi ile kıyasladığımızda, işin manevi tarafını insanın kendisine, ama mücadele ve cehdi ise toplumsal kılmayı kendi ontolojisi için elzem gören İslamcılığın yanında yıkıcı tarafı olmakla birlikte, hiçbir yapıcı tarafının da olmadığını söyleyebiliriz.

Elbette bu şu demek değildir; klasik dönemin kendine özgü mantığı ile hareket eden yapılar şu ya da bu şekilde ve şu, şu kurum ve şahıslar tarafından lağvedilsin; bir defa özgürlükten yana derdi olan bir Müslümanın böyle bir amacı olamaz.

Ne öteki oluşturmak ve o öteki üzerinden, hatta ona karşıtlıktan beslenen bir gelecek oluşturmak! Kaldı ki, İslamcılığın kendisi de bir bütün olmayıp hatadan münezzeh değil.

Olması gereken ise; pörsümez eski üzerinden yeni bir dil, üslup ve söylem geliştirmek. Hakeza İslamcılık ancak bu şekilde gelişebilir kendini yenileyebilir ve yoluna devam eder ve diğer yolları da asla mutlak rakip görmeden…

 

Kaynak: hertaraf.com