Tarih: 23.05.2021 14:07

Dârusselam (Barış Yurdu)

Facebook Twitter Linked-in

Önceki yazımda “dârusselam”dan bahsetmiştim ki bu, aynı zamanda Kudüs şehrinin de adıdır. Kur’an’da da bahsi geçer “dârusselam” kavramının: “Allah sizi barış yurduna çağırır ve dilediğini (bu çağrıya icabet edenleri) doğru yola iletir.” (Yunus, 25) Dolayısıyla bu, yani barış içerisinde yaşanılan bir belde(ler) inşa etmek müminlerin “ülküsü”dür. “Ülkü”nün bir idealleştirme yanında imkânsızı istemek de olduğunu bilerek kullandım bu kavramı. Çünkü “barış yurdu”nu inşa etmenin insanlık için ne güç bir temenni olduğunu binlerce yıllık tarih göstermekte. O yüzden değil mi ki Auswitch’in tanığı olan Theodor Adorno da şunları söylemekte: “Sapandan (atom) bombasına giden bir tarih vardır ama vahşetten insaniyete giden bir tarih yoktur.” Bu söz aynı zamanda şuna da işaret eder: Uygarlıkla ilişkili kazanımlarımız birikimsel olsa da, insaniyete ilişkin tecrübelerimizin bu anlamdaki bir birikiminden ve bunun güvencesinden söz edilemez.

Nitekim yirminci yüzyıl bir savaş, bir salgın ya da bir felaket sonrası nasıl da barbarlaşabildiğimizin en yakın şahidi. Öyle ki bu savaşlar, savaşın iki temel nedeni olan onur ve iktidar kavgası bile olamayacak denli amaçlarını yitirmiş ya da doğrudan savaşmanın kendisi amaçsallaştırılmıştı. Dolayısıyla insanlık, tarihsel deneyimlerin olumlu etkilerinden oldukça uzaklaşmıştı. Bu da göstermektedir ki insani değerler her kuşakta yeniden ve yeniden kazanılmalı, her kuşak kendi insaniyetini yeniden ortaya koymalıdır. Zira hepimizin gülücükler dağıtan maskelerimizin ardında dizginlenmiş bir vahşet sırıtmaktadır. Böyle olmasaydı şayet, bir Auswitch tecrübesi ve acısını yaşamış olan Yahudi halkı arasından İsrail gibi adı terörle anılan bir devletin kurucuları ve savunucuları çıkar mıydı?

Ne var ki sorunumuz orada da bitmemekte. Çünkü yeryüzünün trajik gerçekliği maalesef sadece İsrail’le sınırlı değil. İbrahimî dinlerin eğitiminden geçmiş ve özünde yeryüzüne barışı getirmeyi ve şiddeti durdurmayı vadetmiş dinlerin oluşturduğu kültürler (ki İsrail de bu kültürel havzaya dahil bir örgütlenme), maalesef şiddetin en yoğun pazarlayıcıları. Kuşkusuz ki bu havza(lar)da üretilen şiddeti büsbütün bu dinlere hamletmek doğru değil. Ama ne var ki bu havzalarda yaşayan dindar kesimlerin de en az sair anlayışlar kadar bu gerçeklikte payları ve sorumlulukları bulunmakta. Hele hele beyaz sömürgecilerin Amerika, Afrika, Avustralya ve Asya’daki vahşetleri veya Stefan Zweig’den (“Vicdan Zorbalığa Karşı ya da Castello Calvin’e” adlı kitabından) öğrendiğimiz kadarıyla, Protestanlığın önderlerinden Calvin’in ya da benzerlerinin bunları aratmayan zorbalıkları; öte yandan bir açıdan bunlara tepki, başka açıdan ise özenle ortaya çıka(rıla)n El Kaide, IŞİD gibi en az bunlar kadar “modern” bir kitle kıyıcılığından hareketle, bu dinî anlayışların yukarıda zikredilen barış çağrısındaki duyarlılığa oldukça kör ve sağır kaldıklarını da söyleyebiliriz.

Kuşkusuz ki yeryüzündeki izleri bir türlü silinemeyen şu, meleklerin itirazındaki şiddet (“yeryüzünde kanlar dökmek ve fesat çıkarmak”: Bakara, 30), bunca çağrıya ve bunca tecrübeye rağmen hız kesmeden süregitmekte. İnsanlar iktisadi olduğu kadar bilimsel birikimlerinin de en önemli kısmını şiddet araçlarına (silahlanmaya) ayırmakta. Hatta kimyasal, biyolojik ve psikolojik şiddetlerle bu eğilim daha da çeşitlendirilmekte ve güçlendirilmekte. Kimi güçlü şirketler ve bilim insanları ise kapitalizme boyun eğen cazip kazançları nedeniyle, bu canice çabalara iştirak etmekte ve destek vermekteler. Bu gidişin sadece insanlığı değil, yerküreyi de nasıl bir sona hazırladığı konusunda ise bir öngörümüz, dahası bir çekincemiz de yok. Birbirimize daralttığımız bu olağanüstü tabiatı daha ne kadar bu tür hoyratlıklarımızla mahvedeceğiz; insanlığın barbarlığa ve vahşete yenik düşmesi halinde ise nereye gideceğiz, bilinmez. Bunun için değil mi ki, şiddeti ve vahşeti durdurmak için kıllarını kıpırdatmayanlar, kendilerine alternatif hayat alanları bulmak için silahlardan kazandıkları paralarla uzay araştırmalarına girişmiş bulunmaktalar. Walter Benjamin’in deyişiyle yani, tarih kötü yanı üzerinden ilerlemekte.

Bu sözler karşısında hemen oldukça klişe itirazların geleceği de açık: Ya onlar!.. Ya biz: susacak mıyız; saldırılara, zulme boyun mu eğeceğiz?.. Elbette ki hayır! Ama saldırılarla baş etmenin ve zulme boyun eğmemenin sadece bir biçimi yok. Zalimlerin kullandıkları araçları, bu araçların niteliklerini sorgulamaksızın taklide kalkışmak ise, bizi de içerisinde bulunduğumuz yoldan koparır ve şeytani maksatlara amade kılar. Önemli edebiyat insanları tarafından defalarca farklı biçimleri yazılmış olan “Faust” öyküleri, bu trajik aldanmayı anlatmakta değil mi? Kaldı ki kutsal kitaplarda bir giriş metni olarak zikredilen oldukça temel bir ilkörnek olan “Âdem”in “şeytan”a aldanması da, aynı uyarıyı dile getirmekte değil mi?  Kısacası, zalimlerle mücadele etmek için bile olsa zalimlerin açtığı çığırdan, onların izleğinden gitmek gibi bir mecburiyetimiz yok. Bunu yapmak zaten onları tasdik etmek, onlara benzeşmektir. Oysa Aliya’nın da söylediği gibi: Zalimler bizim öğretmenimiz olamaz!

İnsanı hayvanlardan ayıran temel vasfı ise aklı ve düşüncesi. Daha doğrusu düşünümsel aklı. Farklılıkları üretebilmesi. Dolayısıyla şiddete karşı koymanın da oldukça farklı yollarını bulabilmek mümkün. Şiddete maruz kalanın ise, bu konuda farklı stratejiler (hikmet) geliştirmeye çalışmak yerine karşısındakinin stratejisine teslim olması, tıpkı hayvanlar arası boğuşma gibi, en ilkel güdülere bir teslimiyettir. İnsaniyet ise bunu hak etmemekte. Egemen güçler madunları bu tür baskılara maruz bırakarak yoldan çıkarabilirler. Oysa buna karşı gerçek bir dindarlıkla sabreden, iyiliğin yollarını kendi toplumuna olduğu kadar düşmanına da öğretmeye çalışan bilgece tutumlar da yok değil. Meraklı olanlar yirminci yüzyılın en büyük bilgelerinden olan Gandi’nin ve onun yoldaşı olan Abdülgaffar Han’ın hayatına ve mücadelesine; İngilizlerin Hindistan kıtasından uzaklaştırılırken, kendileriyle hangi yöntemlerle mücadele edildiğine bakabilirler.

Şiddetseverler tarafından pasifizmle suçlanan bu tip yolların yegâne kusuru (!) ise intikamcılığı bir yana koyması. Ayrıca hayvanlardan tevarüs ettiğimiz şu kanlı savaşımların yiğitlik ve hatta onur olarak telakki edilmesini ise reddetmeleri. Zira insanlık binlerce yıl önce hayvanlarla yolunu ayırarak başka bir mecraya yönelmiştir. Ne var ki o günlere has vahşet duyguları hâlâ yüreğimizin bir yerlerinde korunmakta ve bizi o “kanlar döken” vahşiden uzaklaştırmamaya çalışmakta. Bu ise, temelinde bir insanlaşma korkusunu da ele vermekte. Çünkü insan olmak, bir hayvan gibi tabiatın koynundaki bilisizliğin rahatıyla uyumaktan uzaklaşmaktır. Bilmek ise sorumlu olmayı, özgürlüğü, günahı ve sevabı, suçu ve cezayı gerektirmekte. Bunun yol açtığı korku ve ürküntüyle birlikte, paradoksal bir biçimde, bir yerlerde patlayan bombalar veya gökyüzüne yükseltilen meşaleler hızla bizim de kanımızı kaynatmakta ve aklımızı bastırarak bizi de bu heyecana katılmaya ya da tam tersi bir hisle kaçarak canımızı kurtarmaya itebilir. Bu ise düşünsellikten kopup içgüdülerimize teslim olduğumuz andır.

Devamı >>>




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —