İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Batı’da yer edinen, Sovyetlerin yıkılmasından sonra ise bütün dünyaya yayılacağı düşünülen demokratikleşme, durgunluk sürecine girdi.
Dünyada genel anlamda bir otoriterleşme eğilimi görülüyor. Demokratikleşme yaklaşımları hep kuşkuyla karşılanan otoriterci muhafazakâr partiler ABD ve Güney Amerika’da iktidarı ele geçirdiler; İngiltere’de de yeniden iş başına geldiler. Fransa’daki mevcut yönetim de esasen otoriterci hatta faşist eğilime karşı bulunmuş bir ara çözümdür ve Batı solunun desteğini almış bir sağ eğilim konumundadır.
Sovyetlerin yıkılmasından sonra demokratikleşeceği düşünülen Rusya, tekrar geleneklerine özgü bir tür “seçilmiş çar” çizgisine sabitlendi. Çin ise bulunduğu noktayı hiç terk etmedi. Batılı demokrasi, Avrupa ile sınırlı kaldı.
Modern Batı, demokratikleşmeyi mazisi olarak belirlediği Eski Yunan şehir devletleri ve imparatorların seçimle iş başına geldiği Batı Roma’ya ait bir sistem kabul etti. “Ortaçağ” diye etiketlediği Katolik dönemi ise uygar atalarının yolundan bir tür sapma olarak gördü. Eski Yunan’ın demokrasisini de hep Roma’nın cumhuriyetçiliğinden evla gördü. Bir ülkenin Batılı değerler üzerinde sayılması için sisteminin cumhuriyet olmasını zorunlu koşmadı ama demokratik olmasını mutlak ilke olarak gördü.
Aydınlanmadan bu yana bu yaklaşımı benimseyen Batı’nın bu çizgiye pratikte kemal noktasına gelmesi, ancak II. Dünya Savaşı’nın yıkımından sonra mümkün oldu.
Ne var ki İslam dünyasında hâlâ İslam’ın şura esası, demokratikleşme ile özdeşleştirilerek daha doğrusu demokratikleşme, şura ile izah edilerek bir ideal olarak gerçekleştirilmek isteniyor. Farklı kesimler, demokratikleşmeyi Batı yanlısı otoriter rejimlere karşı, Batı’nın desteğinin alınmasını sağlayacak bir çözüm olarak görüyor.
Türkiye, bu konuda İslam dünyasının epey önünde yer aldı. Ancak Türkiye’de “devlet” merkezli yaklaşım, dün demokratikleşmeye kuşkuyla yaklaştığı gibi bugün de kuşkuyla yaklaşıyor ve dünyada görülen otoriterleşmeyi demokratikleşme eğilimlerine karşı çıkmak için bir imkân olarak değerlendiriyor. Bu yaklaşımın Avrasyacılığı çok aşan Türklüğe özgülüğü hep var olmuştur. Türkiye’de siyasetin bu “özgün” çizgide yol alması için uğraşan ve devlet bürokrasisinde daima güçlü olan bir yapı var olmuştur, kısa bir liberal aradan sonra bu yapı son zamanlarda tekrar güç kazandı.
TÜRKİYE’DE İÇ SİYASETİN GELECEĞİ
Öncelikle Türkiye siyasetini sözünü ettiğimiz tablodan bağımsız düşünemeyiz. Bu tabloyu ancak siyasetin güncel durumuyla birlikte değerlendirdiğimizde geleceği kısmen de olsa görünür kılmış oluruz.
AK PARTİ’NİN DURUMU
AK Parti, iktidara geliş sürecinde dünyadaki demokratikleşme eğiliminden yararlandı. Ancak üzerinde yol aldığı geleneğin, bağımsızlaşma ve ilerlemeyi esas alan yapısının etkisi altında devletin bağımsızlaşma ve ilerlemesini demokratikleşmeden önemli gördü. Bugün geldiği noktada açığa vurmasa da Batı Avrupa tarzı bir demokratikleşmeyi, Batı’nın Türkiye siyasetine müdahale imkânı olarak görüyor; Batı Avrupa tarzı bir demokratikleşme yerine, seçimlerin düzeni bozmadıkça önemsendiği veya düzenin seçimlerle sarsılmayacak kadar güçlenmesinin sağlandığı bir sistemi tercih ediyor. AK Parti’nin geldiği nokta, sözü edilen devlet bürokrasisinin anlayışıyla da uyumlu görünüyor. Bu uyumluluk, Türkiye’de yirmi yıl önce asla mümkün değil diyebileceğimiz bir koalisyona yol açıyor.
Zannedilenin aksine bu koalisyonda asıl tavizi, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan değil, koalisyonun devlet bürokrasisinde örgütlü sağ ve sol kesimi veriyor. Bunun söz konusu bürokrasiden yana daha kârlı hâle gelmesi ise ancak Cumhurbaşkanının da o bürokrasi saflarından seçilmesi ile mümkün görünüyor.
Belediye seçimlerinde büyükşehirlerden aldığı sonuçlarla AK Parti sarsıntı geçirdi. Ancak seçimlerin üzerinden geçen dokuz aylık süre, bu sarsıntının telafi edilme ihtimalini güçlendiriyor.
Öncelikle CHP belediyeleri, aradan geçen sürede istenen başarıyı göstermiş değillerdir. İkincisi, AK Parti’den kopan Ahmet Davutoğlu ve Ali Babacan yapıları da büyük bir umut hasıl etmemişlerdir.
Öte yandan, Suriye’de Barış Pınarı Harekâtı ile ulaşılan nokta iktidara moral verdi. Akdeniz sahasındaki kararlılık da başarı getirirse iktidar, dış siyasette göz kamaştırıcı bir başarıya ulaşacaktır. İnsansız hava araçlarının üretimi, denizaltı imalatı ve en son yerli otomobilde seri üretime geçiş eşiğine gelinmesi, iktidarın sarsıntıyı aşmasını sağlayacak büyük etkenler arasında yer alıyor. İktidar, Kanal İstanbul Projesi’ni uygulamaya geçirerek sarsıntı sürecinden atılım sürecine geçiş yapmayı umuyor.
Demokratik dünyada genel olarak sağ ve otoriterci partiler kalkınmacı; sol partiler ise halkçı bir noktada dururlar. İslam’ı referans alan partiler ise hem kalkınmacı hem halkçı olma iddiasındalar ve bunu İslam’ın kalkınmayı bireyin çıkarını da koruyarak sağlama esasına dayandırıyorlar. Başka bir ifadeyle İslam’ın toplum-birey hukuku dengesiyle ilişkilendiriyorlar.
AK Parti’nin buradaki en büyük sorunu, başta hem kalkınmacı hem halkçı bir görünüm içinde iken gelinen noktada halkçılığı ihmal etmesi görünümüdür. AK Parti, kalkınma iddialarından çok, sosyal adalet vaatleriyle iktidar oldu ve iktidarda kaldı. Bu konuda önemli işler yaptı ancak gelinen noktayı yeterli görme, halkın bununla yetinip kendisini ebediyen desteklemesini talep etme gibi bir yaklaşım içinde olma imajı veriyor. Belediye seçimlerindeki sarsılmaya yol açan da bu imajdı. Aradan geçen dokuz ayda AK Parti’nin bu imajın yol açtığı hasarı halkçı, sosyal adalete dayalı politikalara yeniden yönelme yerine kalkınma hamleleri ile telafi etme eğiliminde olduğunu gösteriyor. Ne var ki bu, pek de mümkün görünmüyor.
CHP VE İÇ SİYASET
CHP baştan beri ilericiliği, kültürel ilericilik olarak anlıyor; kültürel ilericiliği ise Batılılaşma anlamında “çağdaşlaşma” ile aynı anlamda kullanıyordu. Dolayısıyla CHP’nin hiçbir zaman kayda değer bir kalkınma projesi olmadı. Türkiye’nin sağ ve dindar iktidarları olmasaydı, Türkiye, en çok bir Doğu Avrupa ülkesi ayarında kalırdı.
CHP’nin halkçılığı da karşılıksızdı. CHP, İttihat ve Terakki’nin devamı olarak ilk günden elitist olarak doğdu; devlette Osmanlı’nın soyluluğuna karşı askeri ve sivil bürokrasinin “şeref”ine dayandı. Askeri ve sivil elitin Osmanlı’ya karşı isyanından doğdu ve bu niteliğini hep korudu. Taşrada ise CHP, zalim ağaların ve sonradan zenginleşen “görgüsüz”, müsrif, rüşvetçi büyük tüccarların partisi oldu.
CHP, işçi sorunlarına ancak 12 Mayıs 1960 darbesinden sonra eğildi. Yönetimin artık seçimlerle belirlendiği bir Türkiye’de kendisine taban arama çabalarının karşılığı olarak Solun işçi ve köylü “edebiyatı”na yöneldi. CHP, işçi haklarına önem verdiği için değil, işçi desteğine muhtaç olduğu için, işçi sorunlarıyla ilgilenmeyi politika hâline getirdi.
Bugünün CHP’si ise kalkınma projelerinde dindar ve sağ partilerle yarışamayacağını biliyor. Bunun yerine bu politikalar yürütülürken ihmal edilen ya da bizzat mağdur olan kitlelere dayanmayı daha kârlı buluyor. CHP’nin bugün yöneldiği politika, bu yönüyle Bülent Ecevit CHP’sinin Adnan Menderes’in öncülük ettiği kalkınma hamlesine karşı halkçı politikalara yönelen 1960’lı ve 70’li yılların CHP politikasına benziyor. O süreçte CHP’nin Kürtleri de etkilemeye çalıştığı ve önemli ölçüde etkilediği düşünülürse CHP’nin son dönem politikası, tam olarak Bülent Ecevit ile birlikte yöneldiği politikaya denk geliyor.
CHP’nin bu politikasının o günlerde dindar ve sağ partileri zorladığı gibi bugün de zorlayacağı görülüyor. Artık İsmet İnönü dönemi kıtlığından söz etmek, seçim sonuçlarını yirmi yıl önce etkilediği gibi etkilemiyor. Sıradan seçmen, güncele bakıyor ve günün CHP’si, 1960 öncesi CHP’sini, Kemalist kesimleri, hiç ihmal etmeden 1960 sonrası yoksulluk ve rüşvet edebiyatını da yapabiliyor. Köklerle günceli buluşturan bu çok yönlülüğün CHP’ye bir getirisi olacaktır.
Halkın önemli bir kesimi, kalkınma hamlelerini 2002’de karşıladığı gibi karşılamıyor; yap-işlet-devret işletmeciliği ve sosyal medya propagandası çoğu kişinin gözünde kalkınma hamlelerini şaibeli hâle getirmiştir. Bu kişiler, kalkınma yönündeki hizmetleri, Hazine’nin zenginliğinin halka aktarılmasındansa birkaç iş adamı ve siyasetçiye aktarılması olarak değerlendiriyor. Sosyal politikaları yeni bir hamle ile sürdürme çabasından uzaklaşmış görünen AK Parti, bu yöndeki propagandayı kıramıyor.
Gelinen noktada;
Bu durum, HÜDAPAR ve Saadet Partisi gibi partiler için önemli bir siyaset imkânıdır. Ancak Saadet Partisi’nin genel anlamda kendisini Millet İttifakı’na mahkûm bırakması, önünde büyük bir engel olarak görünmektedir.
Milliyetçi partilere gelince onlar Türkiye siyasetinde hep bir yere sahip olacaklardır. Ama hiçbir zaman Türkiye’de esas aktör olmayacaklardır. Dolayısıyla geleceğin Türkiye siyasetinde yine iki ana akım yarışacaktır. Bugün için Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın önderliğini yaptığı milli yapılar ile Batılılaşmayı idealleştiren CHP zihniyeti, 2023’te kozlarını paylaşmaya devam edecektir. Milliyetçi partiler, bu iki akımdan birini tercih ederek çıkarlarını ve devletin sürekliliği ideallerini koruma yoluna gideceklerdir.
CHP, tek başına azınlıkta kalacağını bildiğinden Ankara Belediyesi’nde olduğu gibi dışarıdan bir sağcıyı ya da İstanbul seçimlerinde olduğu gibi içeriden sağa yakın olma izlenimi veren bir ismi öne çıkarabilir. Fakat sonuç ne olursa olsun, siyasetteki varlığını sürdürecektir. Türkiye henüz, CHP’nin yüzde yirmilerin altında sabitleneceği bir noktaya gelmedi ve bu durum, siyasette sıkça yer değiştiren milliyetçi yapılarla birlikte değerlendirildiğinde Türkiye’nin iç politikasında önemli bir belirleyen olmaya devam etmektedir.
Bu durum dünyadaki otoriterleşme eğilimi ile birlikte değerlendirildiğinde İslamî kesimlerin kazanımları açısından pek çok risk taşımaktadır.