Tarih: 10.01.2020 16:26

Dostumuzu, düşmanımızı neye göre belirliyoruz?

Facebook Twitter Linked-in

Özellikle "dindar-muhafazakar-sağcı-İslamcı" (artık nasıl derseniz) çevrede, İstiklal Marşı şairimiz merhum M. Akif'in şu mısraları meşhurdur: "Geçmişten adam hisse kaparmış... Ne masal şey!/Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?/'Tarih'i  'tekerrür' diye tarif ediyorlar;/Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?"

Şüphesiz "ibret" alabilmek için "kolektif siyasal hafızamızı" sorgulamaya ihtiyacımız var. Kendi tarihini, kendi geçmişini kutsayan; klişelerle, hamasetle, sloganlarla, etiketlerle, kalıpyargılarla, önyargılarla hareket eden bir bakış açısının ibret alması nasıl mümkün olabilir? Böyle bir bakış açısı "tekerrüre mahkum" değil midir? Burada yazacaklarım "anlamaya" niyeti olanlar içindir. Tahkir ve manipülasyonla ayakta duranlar için yapabileceğimiz bir şey yok.

*

Merhum Necip Fazıl'ın, 17 Mayıs 1956'da, Büyük Doğu'da yayınlanan yazısının başlığı "Şehinşah" idi. "Dost İran Şehinşahı topraklarımızda" diye başlayan yazı şöyle bitiyordu: "Asırlardan beri rüyası görülen inkılâp çapında bir davranışın başında bütün Doğu aleminin nurânî şehrâyinlerle parıldatması gereken bu dâvanın muazzam zafer tâkı altından geçerek, işte İran Şehinşahı topraklarımıza girmiş ve safalar getirmiştir. Tâkın bir kenarında da, bu âzim eserin mimarına ait küçük bir imza vardır:Adnan Menderes. Bu dâva, şah dâvaların şehinşahıdır."

Necip Fazıl'ın, muazzam edebiyatıyla süslediği davanın adı Bağdat Paktı'ydı. O yıllarda, dindar muhafazakarların yayın organlarında Bağdat Paktı'na ilişkin böylesi bir coşkulu dili görmek şaşırtıcı değildi. Necip Fazıl'ın dışında Eşref Edip, Bediüzzaman Said-i Nursi gibi büyük isimler Bağdat Paktı'nı selamlayanlar arasındaydı. Sebilürreşad ve Büyük Doğu gibi dindar kesimin önde gelen dergileri, Bağdat Paktı'nı tezahüratla karşılayan pek çok haber yaptı; onlara göre "İslâm Birliği" kuruluyordu.

Bağdat Paktı ilginç bir birliktelikti. 24 Şubat 1955 günü saat 23.30'da Bağdat'ta Adnan Menderes ve Nuri Said Paşa'nın imzalarıyla hayata geçti. Sebilürreşad'ın sahibi Eşref Edib'in Temmuz 1957'de "anlayışlı hükümet reisi" olarak tanımladığı Nuri Said Paşa, aslen bir Osmanlı subayıydı. Osmanlı ordusuna 1909'da katılmıştı. İngiltere'nin desteğiyle çıkarılan Arap isyanlarında Osmanlı'ya karşı savaşmış, daha sonra İngilizler tarafından Irak'a başbakan yapılmıştı. 8 kez başbakanlık koltuğuna oturan Nuri Said Paşa, sıkı İngiliz yanlısı tutumunu ölümüne kadar sürdürdü. Bağdat Paktı devam ettiği sürece, Nuri Said Paşa'nın Osmanlıları arkadan vuran tarihi rolü önemsenmedi.

Üstad'ın "dost İran Şehinşahı" dediği kişi, Şah Rıza Pehlevi'ydi. "Dost İran" tahmin edilebileceği gibi o zamanlar da Şii'ydi. Şah Rıza Pehlevi de Nuri Said Paşa gibi Batıcıydı. İkisinin ortak bir özellikleri daha vardı. Her ikisi de bir süre önce ülkelerinden kaçmış, Nuri Said Paşa'yı İngiltere, Şah Rıza'yı ise ABD tekrar geri getirip ülkenin başına geçirmişlerdi. Şah o meşhur sözünü, CIA Tahran İstasyon Şefi Kermit Roosevelt'e o zaman söylemişti: "Tahtımı Allah'a, halkıma, orduma ve size borçluyum."

Bağdat Paktı'nı anlatacağım. Ama önce, Bağdat Paktı'nın kuruluşundan iki yıl öncesine gitmek istiyorum. Hem bu pakt nasıl kuruldu, hem de Şah Rıza İran'dan niye kaçtı sorularına cevap vermek için.

ABD Dışişleri Bakanı John Foster Dulles 9 Mayıs 1953'te, tam 20 gün sürecek ve "ABD'nin Ortadoğu'ya girişinin simgesi" olarak kabul edilen Ortadoğu gezisine çıktı. Amacı, Sovyet Rusya'yı kuşatan zincirin son halkasını tamamlamaktı. Geziye çıkmadan önce Ortadoğu'nun "en büyük petrol rezervlerine sahip"  bölge olduğunu söylemeyi de ihmal etmemişti. 1949'da NATO, 1952'de Avustralya ve Yeni Zelanda'nın dahil olduğu ANZUS kurulmuştu. Asya Pasifik bölgesini içeren SEATO'nun yanında Ortadoğu'yu içeren bir pakta daha ihtiyaç vardı. Dulles tam 11 ülkenin başkentini ziyaret etti. Mısır'ın ne diyeceği özellikle önemliydi. Ne var ki, Irak ve Pakistan'ın dışında Dulles'a yeşil ışık yakan bir ülke yoktu. Türkiye'nin zaten en istekli ülke olduğunu sanırım söylemeye gerek yok. Dulles geziye çıktığı tarihte İran'da petrolü millileştiren Musaddık başbakandı. Geziden bir kaç ay sonra, Musaddık darbeyle devrildi (Yıllar sonra, 2017'de ABD Dışişleri Bakanlığı İran'da nasıl darbe yaptıklarını açıklayan belgeleri yayınlayacaktı). Musaddık'ın da devrilmesiyle Şah Rıza tekrar geri döndü; İran da artık pakt için hazırdı. Arap ülkelerini pakta dahil etmeyi çok isteyen ama başaramayan Dulles "Kuzey Kuşağı" kavramını ortaya attı. Türkiye'nin öncülüğünde 4 ülke bu işi kotarabilirdi: Pakistan, İran ve Irak. Özetle, yönetmen ve senarist ABD'ydi, diğer ülkeler bir müddet sonra vizyona girecek filminin oyuncularıydı.

Dediğim gibi ilk imzaları Türkiye ve Irak attı. İslam Birliği olarak selamlanan Pakt'ın üçüncü imzacısı hayli şaşırtıcıdır: İngiltere. Daha sonra Pakistan ve İran'ın da dahil olmasıyla Bağdat Paktı'nın üye sayısı 5'e çıktı. İlginçtir, Dulles'ın bahsettiğim gezisini ve İngiltere'nin üyeliğini Bağdat Paktı'nı selamlayan büyüklerimiz göremiyordu. Örneğin, Sebilürreşad, Haziran 1957'de Bağdat Paktı'nı "120 Milyonluk İslam Birliği" olarak takdim ediyordu.

"Göremiyordu" dememin sebebi şu: Çünkü, dindar kesimi o yıllarda bir yerde toplamak için "komünizm" kelimesi yetiyordu. Bu kelime, o kadar korkutucuydu ki, o yıllarda İslam dünyasının bağrına saplanan asıl hançeri de ikincilleştiriyordu: İsrail. 

Bağdat Paktı'yla neyi selamladığımızı daha iyi anlamak için İsrail meselesini anlatmam gerekiyor. İsrail 1948'de kurulmuş, ABD 11 dakika sonra tanımıştı. Türkiye'de "komünizm korkusu" pazarlanıp, Bağdat Paktı için hazırlıklar yapılırken Arap dünyasında kızılca kıyamet kopuyordu. Özellikle Mısır ve Suriye için asıl tehlike "komünizm" filan değil, İsrail'di. Nasır'ın Mısır'ı bu söylemin başını çekiyor, Bağdat Paktı'na şiddetle karşı çıkıyordu. Örneğin, Irak'ı, (Türkiye'yi kastederek) "İsrail'in müttefikinin müttefiki" olarak suçluyordu. Üstelik, Musaddık gibi bağışlanamaz bir suç daha işlemiş, Süveyş Kanalı'nı millileştirmişti; sene 1956'ydı.

Nasır'ın kararı Arap dünyasında coşkuyla karşılandı; Tabii ki Irak hariç. Nuri Said Paşa, İngiliz Başbakan Eden'a "Tek bir hareket alanınız var. Vurun, hemen vurun ve sert vurun. Yoksa çok geç kalırsınız." demişti. Kanal, İngiltere-Fransa ortaklığındaki bir şirket tarafından yönetiliyordu. Üstelik İngiltere II. Dünya Savaşı'nda Mısır'a çıkardığı 200 bin askeri çekmek istemiyordu. İngiltere, Fransa ve İsrail, Fransa'nın Sevr şehrinde bir araya gelip Süveyş Kanalını işgal etme kararını almışlardı. İkinci Arap-İsrail Savaşı işte böyle çıktı.

Gözünüzden kaçmış olamaz; sene 1956'ydı, Bağdat Pakt'ı kurulalı bir yıl olmuştu ve Pakt'ın üyelerinden biri olan İngiltere İsrail'le birlikte Mısır'a saldırıyordu.

Türkiye ise o zamanlar İran'ı "dost" olarak kucaklarken, hangi ülkeyi "fitnenin elebaşısı" olarak görüyordu dersiniz? Evet, Mısır.

Neler söylenmiyordu ki?

Celal Bayar, "Mısırlılar, Süveyş konusunu bağımsızlık meselesi olarak görmekteler. Elbette bağımsızlık kutsal bir haktır. Fakat biz, bunun Süveyş konusunda gerçek olduğuna inanmıyoruz." demişti. İzmir Fuarı'na gelen Mısır Ticaret ve Sanayi Bakanı'nı ise dövmekten beter etmişti: "Siz Araplar nankör bir ulussunuz. Türklerin İslâm evrenine bunca hizmetlerine karşı sürekli ihanet ettiniz."

Adnan Menderes, "Türkiye İngiltere’nin özgür dünyanın anahtar mevkilerinden birinin ileri karakolunun bekçisi olarak hareket ettiğine ikna olmuştur." derken, Fatin Rüştü Zorlu ise 12 Kasım'da Karaçi'de Mısır'ın başına gelenleri, "Bağdat Paktı'na katılmış olsalardı mevcut durum husule gelmezdi." sözleriyle yorumladı.  

Peyami Safa'nın yazdıkları niçin bizim her zaman İsrail'den daha büyük bir düşman bulduğumuzu da özetler niteliktedir: "Cepheler gizli değil: Mısır Sovyetlerin safında yer almıştır. Ordusunu onların verdiği silahlarla donatmıştır, Ortadoğu'ya sızan Moskof nüfuzuna her bakımdan yataklık etmektedir. Arap dünyasını Sovyet emperyalizminin entrikalarına alet etmeğe uğraşan Nasır'ın meşum rolü barış için ciddi bir tehlike halini almıştır. Küçük İsrail, Mısır'a karşı savaşırken, yalnız kendi hudut emniyetini sağlamaya değil, hür milletlerin davasına da, doğrudan doğruya veya dolayısıyla hizmet etmiştir."

Dediğim gibi, dindar basın asıl fitneyi Mısır olarak sunuyor, Büyük Doğu, "Mısır kızıllardan neler aldı?", "Mısır doğrudan doğruya Rusya'dan silah alıyormuş." gibi "asıl düşmanımızı" hatırlatan haber başlıkları atıyordu. Büyük Doğu'ya göre, Nasır'ın asıl amacı, Mısır'ı İslam dünyasının lideri yapmaya çalışmaktı. Buna tek engel ise Türkiye'ydi. Mısır'ın Bağdat Pakt'ına şiddetli karşı çıkışının ardında da işte bu gerçek vardı. Mısır'daki basının Bağdat Paktı'nın İngiliz ve Amerikalılar tarafından kurdurulduğu iddialarını da Büyük doğu, "tezvirat", "Türkiye aleyhine sistematik neşriyat" olarak tanımlamaktaydı. Sebilürreşad da, Kasım 1956'da yayınlanan nüshasında, Mısır'a yapılan saldırıyı lanetliyor ama suçu Nasır da buluyor ve onu Bağdat Paktı'na katılmaya davet ediyordu: "Filhakika bütün bu felaketler Abdünnasır'ın hatası, şımarıklığı ve Bağdat Paktı'na karşı aldığı serkeşane hareketinden doğmuştur."

Düşünüyorum da, o günler de yazıyor olsaydık muhtemelen "Nasır'cı", "Mısırcı" olarak etiketlenecektik.

*

Bu tarihin önümüze koyduğu soru şudur: Bizim dostumuzu-düşmanımızı kim belirliyor? 1950'lerde İran'ı "dost", Mısır'ı "düşman" yapan temel parametre nedir?

Mezhep mi? Etnisite mi? Niçin o yıllarda "Şii İran" bizim dostumuz oluyor da, "Sünni Mısır'a" düşman oluyoruz? Niçin Süveyş Krizi sırasında "Acem oyunları" değil de "Arapların bizi arkadan vurduğu" söylemi revaç kazanıyor? Niçin Nasır "fitneci" oluyor da, Nuri Said Paşa'yı "anlayışlı hükümet reisi" yapıyoruz? Bağdat Paktı'nı "İslam Birliği" olarak görmemize sebep olan yanlış nedir, nerededir? Niçin bizim siyasi olayları okuyuşumuz nihayetinde ABD-İngiltere-İsrail üçlüsüne hizmet ediyor? Bizi kim manipüle ediyor? Kim bizi sürekli bir başka şeyle korkutup Amerika'nın yanında hizaya çekiyor? Niçin manipülasyona bu kadar yatkınız?

*

Bağdat Paktı, 1959 yılında Irak'ta yapılan darbenin ardından adını değiştirerek yoluna devam etti. Yeni adı, Türk siyasi tarihine 27 Mayıs 1960 darbesinde okunan bildiriyle kazındı: CENTO. Bildirinin son cümlesi şöyle bitiyordu: "NATO'ya, CENTO'ya bağlıyız"

CENTO'ya bağlılık 19 yıl daha devam etti. 1979'da İran'da Şah'ın devrilmesiyle birlikte CENTO da tarihe karıştı.

Şimdi sıra NATO'da. O da tarihe karışacak inşaallah; tabii ki ibret almaya niyetliysek.




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —