Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz

Dört ayaklı politika

Emekli diplomat ve Karar Gazetesi yazarı Mensur Akgün'ün 'konuya Dair' Analizi...

Dört ayaklı politika

İdilib’deki askerlerimiz saldırıya uğrayınca Türkiye dört ayaklı bir politika, kavramın gündelik kullanımıyla strateji geliştirdi.

Bu stratejinin ilk ayağı rejim güçlerine yoğun karşılık vermeye dayanıyor. İkinci ayağında Rusya’yı karşımıza almamak var. Üçüncü ayak ABD ile ilişkileri normalleştirmeyi, yani müttefikleştirmeyi hedefliyor. Dördüncü ayağı Avrupa’yı sarsarak harekete geçirmeye yönelik. 

İktidarın Suriye politikasını eleştirsek, hatalı varsayımlarla hareket ettiğini söylesek, bazı inisiyatiflerin insani sonuçlarından endişe etsek de, bu dört alanda attığı adımların, aldığı tedbirlerin amaçladığı hedeflere ulaşmasına yardımcı olabileceğini kabul etmemiz gerek. 

Her şeyden önce Türkiye’nin misliyle karşılık verme anlayışını değişmesinin -tırmanmaya yol açma potansiyelini arttırmasına karşın- rejim ve onun destekçileri üstünde etkili olduğu anlaşılıyor. Verilen zarar ciddi. Amaç ise bariz şekilde cezalandırmaktan çok caydırmak. 

Diyebilirsiniz ki bu strateji sürdürülebilir değil. Haklısınız değil. Türkiye’nin ekonomisi böylesi yoğun ve uzun  süreli bir müdahaleyi kaldırmaz. Süre uzarsa müdahale bölgesel ve küresel komplikasyonlar da doğurur. Ama belli ki Ankara’nın niyeti de uzun süreli değil. 

İstenen rejimi, Rusya’yı ve İran’ı müzakere masasına çekmek, sorunun siyasi olarak çözümünü sağlamak, Türkiye’ye yönelik yeni bir mülteci akını doğmasını engellemek, PYD’nin bölgedeki etkinliğinden kaynaklanan riskleri azaltmak, kontrolü altındaki bölgeleri nihai çözüme kadar korumak. 

Başarılı olur mu derseniz, olma olasılığı yüksek derim. Zaten yenilgiyi kabul edip Suriye’den çıkmak bir seçenek değilse yapılabilecek farklı bir şey bulmak da zor. Ya direneceksiniz ve direncinizin güçlü, kararlılığınızın kırılmaz olduğunu göstereceksiniz ya da direneceksiniz. 

Dünya siyasetinde, özellikle de Suriye gibi büyük devletlerin, bölgesel güçlerin hesaplaşma sahasına dönmüş yerlerde istediğinizi yaptırmak ya da istemediğiniz bir şeyin yapılmasını engellemek için güç kullanma tehdidinde bulunmaktan ve gerekirse kullanmaktan başka seçenek yok. Türkiye tehdidi de denedi, işbirliğini de. Ne yazık ki ikisi de işe yaramadı.

Rusya’yı karşımıza almama politikası da doğru bir seçim. Türkiye bir yandan Rusya’yı askerlerinin ölümünden sorumlu tutarken diğer yandan müzakere ve işbirliği kapısını kapatmayarak alanda etkili olan önemli bir aktörü müdahalesi süresince devre dışı bıraktı, kendisine 5 Mart Moskova görüşmesine kadar süre tanıdı. 

Unutmayalım ki burada söz konusu olan dostluk ilişkisi değil fayda. S-400 almak ya da Rusya’yı stratejik ortak olarak adlandırmak hata olabilir, ancak Rusya’yı devre dışı bırakmak, hava sahasını sınırlı da olsa kullanımımıza göz yummasını sağlamak hata olarak kabul edilemez. 

ABD ile olan ilişkilerde sağlanan ivme de hem Suriye’de daha etkin bir siyaset izlememiz, hem de genel olarak bu ülkeyle olan diğer sorunları çözmemiz, çözemediklerimizi yönetmemiz açısından önemli. 

İvmeyi varılabilecek maksimum hedef olarak görüp hayal kırıklığına uğramazsak, seçim yılındaki ABD’den ve tercihleri malum Trump Yönetiminden mucize beklemezsek, normalleşmeyi, Amerika’nın Türkiye’yi yeniden müttefik olarak görmesini sağlayabiliriz. 

İnsani açıdan kaygı doğursa da, 18 Mart 2016’da AB ile varılan sığınmacıların engellenmesine ilişkin mutabakatın askıya alınmasının AB üstünde şok edici bir etki yarattığını görmemiz gerek. İlk tepkiler yanıltmasın, muhtemel sonuç Türkiye’nin Suriye’deki meşru kaygılarının idraki, verilen sözlerin yerine getirilmediğinin anlaşılması olacaktır. 

Türkiye’ye karşı kendince haklı nedenlerle müzahir durmayan Kati Piri bile verdiğimiz hangi sözü yerine getirdik ki mealinde sosyal medya mesajları paylaşamaya başladı. Merkel’in çözüm bulmaya çalıştığı, Suriye’de güvenli bölge fikrini desteklemeye yatkın olduğu anlaşılıyor. 

Üstelik Yunan güvenlik güçlerinin sığınmacılara yaptığı müdahaleler, adalara ulaşmaya çalışan botları batırmaya uğraşması da Türkiye’nin üstündeki insani, dolayısıyla siyasi yükü hafifletti, dünya kamuoyunun ilgisinin Yunanistan’a odaklanmasına yol açtı. 

Ayrıca 1951 tarihli Mülteciler Sözleşmesi’nin 31’inci maddesinin ikinci paragrafında sığınmacıların geçişini engellememe sorumluluğu olduğunu hatırlatmakta yarar var. Eğer Yunanistan veya AB ülkelerinden herhangi biri Türkiye’nin sözleşmeyi ihlal ettiğini düşünüyorsa sorunu 38’inci maddede öngörüldüğü gibi Uluslararası Adalet Divanı’na götürebilir.  

Doğal olarak bu konuda söylenecek daha çok söz var. BM Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin yorumlarını, hukuki mütalaaları da dikkate almak gerek. Kaldı ki Türkiye de her şeyi en mükemmel şekilde yapmıyor. Bugünün siyaseti iktidarın geçmişte hata yapmadığı anlamına gelmiyor. 

Siyasi üslup konusunda da haklı kaygılar ve eleştiriler çok. Şimdi başarı üreten, amaçlanan hedefe varmak için doğru yol gibi görünen bir stratejinin gelecekte sorun üretme olasılığı da hiç az sayılmaz. Perşembe günü Moskova’da yeni bir uzlaşı bulunması ve gerçekçi bir yol haritası çizilmesi temennisiyle…  



Anahtar Kelimeler: ayaklı politika

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


YAZARLAR

Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

HABERLER