“İlim kendisine iltifat edilen mekânda neşvü nema bulur, gelişir, dal budak salar. İltifat edilmeyen yerden çekip gider.”
Yukarıda alıntıladığımız bu tespitin ilk cümlesini dikkate aldığımızda, bu tespitin birçok yerle olduğu gibi günümüz Malatya’sı için de geçerli olduğunu, son elli-altmış yıllık süreç içerisinde gözlemleyebilmekteyiz.
Ki, bu açıdan, olaya, olayı ve olguyu tanıyabilmek, tanımlamak, değerlendirmek ve eleştiri mekanizmasına başvurma açısından yaklaştığımızda, var olan gerçeğin yanında, bazı abartılı söylemlere de dikkat çekerek Malatya, gerek medrese kanalından (bu kanal büyük oranda dış etkilerin birer sonucu sayılabilir), gerekse de alaylı olarak tanımlanabilecek bir formda, belli zamanlarda âlim, münevver ve yerine göre soru sorarak konuya dâhil olma suretiyle kendi görüşünü o ilmi ortamlarda seviyeli, ama haddini de aşmadan çok rahatlıkla ortaya koymaya çalışan sıradan insanların oluşturduğu zeminlerin münbit olduğu bir yer olarak dikkat çekmektedir. Bu kendine yeterliğinin yanında, son otuz kırk yıllık süreçte –bazı abartılı, ama doğruya da yakın ifadeleri sarf-ı nazar edersek- Malatya’daki havanın bu ülkenin hem sahih geleneğe bağlı ve hem de çağdaş dünyayı anlayıp, onu tahlil edip, yerine göre de aşma istidadı gösteriminin apaçık bir delili olan ‘yeni’ İslâmi atmosferinin oluşumunda, mütevazi de olsa, diğer ilim bölgeleriyle birlikte bir katkısı olmuştur.
Bu da, yukarıda resmetmeye çalıştığımız çerçeveden bakılmayı gerektirdiğinde, şu ifadeyi haklı çıkarmaktadır. “Türkiye üzerinde Malatya’mızın emeği vardır.” (140)
“Her malın mutlaka, ama mutlaka bir alıcısı bulunur” fehvasınca işe göz attığımızda, birçok şeyin arz-talep şeklinde ortaya çıktığını görürüz. Malatya - ilim ilişkisine bu açıdan baktığımızda, bu ilişkinin genellikle elli-altmış yıllık bir geçmişi olduğu görülür. Bu da, çevresi büyük oranda cumhuriyet rejiminin Diyanet teşkilatı kanalıyla, din ve mezhep bağlamında baskı altına alınmaya çalışılan Sünni-Şafii (Kürt-Zaza) bölgelerinden, yine halkının kahir ekseriyetinin Sünni-Hanefi olduğu Malatya’ya göç eden bölge âlimlerinden bir kısmının kendi kıt imkânlarıyla oluşturdukları medrese ortamında ve rahmetli Mehmet Said Çekmegil gibi öteden beri şehirli ve cumhuriyet öncesi dönemlerde ilimle iştigal etmiş bulunan atalarından almış oldukları İslâmi formu, medreseden farklı, ama genel itibarıyla aynı amaca hizmet eden bir vasatta oluşturulan ilmi ortamlarda gerçekleşmiştir. Cumhuriyet dönemine has bu ortamlar arasında, gerek Şafii ve gerekse de Hanefi kültür geleneğine bağlı ve haricin etkisinin pek olmadığı Diyarbakır, Urfa ve Erzurum örneklerini de sayabiliriz.
Malatya ilim ilişkisine bakıldığında, yeniden İslâmlaşma dönemi olarak tanımlayabileceğimiz son kırk-elli yıldan önceki çırpınma ve yerinde sayma dönemi öncesinde ilk akla gelecek kişinin Osmanlı dönemi âlim ve tasavvuf ehlinden Somuncu Baba, yani, Şeyh Hâmid Hâmid’ûd-Dîn-i Veli, Niyazi Mısrî olur genellikle. Selçuklu döneminde ise Sadru’d-dinî Konev’î ve babası Mecnü’d-din İshak gelir. Baba oğul bu âlimlerin esasen Endülüslü oldukları kayıtlarda geçmektedir.
Bundan da önce, Malatya, Selçuklu öncesi Anadolu’sunda Süryani Hıristiyanlarının önemli bir ilim merkezi olarak ön plana çıkar.(**) Demek ki, ilim kendisine iltifat edilen bir merkez olarak Malatya’da neşvü nema bulmuş, gelişmiş ve dal budak salmış, ondan dolayı da bugünlere kalıcı izler bırakmış, gerek çeşitli dinsel formlar, gerek İslâm ve İslâmi formlarda (Sünnilik, Selefilik, tasavvuf) tezahür etmiştir. Bu gelenek üzerinde ama bunlardan farklı olarak son kırk-elli yılın ürünü olan “Malatya ekolü”nün temelini ise Malatya eski müftülerinden olan rahmetli İsmail Hatip Erzen’in atmış olduğu düşünülmekte; önemli iz sürdürücülerinden olarak da yine rahmete kavuşan Mehmed Said Çekmegil, Mehmet Said Ertürk (Topal Said) gibi şahsiyetler zikredilmektedir. Bu kişileri ortaya koymaya çalıştıkları mücadeleleri, eserleri, sözleri ve eylemleriyle tanımaktayız.
Bunlardan birisi de, halen hayatta olan(***) 28 Şubat sürecinde idamla yargılanan ve onun yakından tanıyan yazar Şevket Başıbüyük’ün “Diz Çökmeyen Adam/RamazanKeskin” adlı kitaba konu olan Ramazan Keskin hoca efendidir.
Diz Çökmeyen Adam!
Budak köyünde doğan ve bir müddet sonra ailecek Malatya’ya taşınan Ramazan Keskin, ilkokula devam etmekle birlikte, ailesinin isteğiyle Kur’an kursuna başlar. Onun kurs hocası ‘Malatya’nın tanımmış hocalarından olan Nevzat Hoca’dır. Keskin Hocanın ilkokula gitmesinde ve bugünkü duruma gelmesinde, dönemin Malatya İl Müftüsü olan, Osmanlı dönemi sonrası Türkiye’nin ilk El-Ezher mezunlarından olan rahmetli İsmail Hatip Erzen önemli bir payı vardır. (49) İsmail Hatip Erzen, almış olduğu İslâmi eğitim gereği çevresindeki insanları Kur’an ve Sünnet çerçevesinde uyarmaya çalışan, her tür bid’at ve hurafeye karşı mücadele eden bir şahsiyet olarak, Malatya dâhil birçok bölgede görev yapmış, belli bir oranda iz bırakmış ve yanlışı ve doğrusuyla öteden beri ıslah çizgisinde bulunan ve form olarak ‘İslâmcı’ olarak tanımlanabilecek çevrelerin -istisnaları olmakla birlikte- etkilene geldikleri Malatya ekolünün de bina edicilerindendir.
Yazar Şevket Başıbüyük onu, hitabındaki üslubundan dolayı Çiçero’ya benzetip “Güzel konuşma mücadelesinde Çiçero örneğinin aynısını Keskin Hoca’da gördüm” der. (49) Ramazan Keskin Hoca’yı Çiçero ile eşleştiren bu vurguya bir nevi haklılık kazandıran, onun da Çiçero gibi küçüklüğünde diline arız olan konuşma ve dil bozukluğudur aslında. İkisi de hemen hemen aynı sıkıntıyı yaşamışlar ve hemen hemen aynı metodları kullanarak bu sıkıntılardan kurtulmuşlar ve iyi birer hatip olmuşlardır! Hocanın, ‘küçükken çok güzel konuşmasına rağmen’, daha sonra başına gelen bir olay sonucunda konuşma problemi çektiğini anlıyoruz. “Ben çok güzel konuşan biriymişim” diyerek, gerçekten çok güzel konuştuğunu ancak, henüz beş yaşında iken yaşadığı o acı olaydan sonra kekeme kaldığını belirtir.” (50)
Verdiği ilk hutbe
Çiçeroyla aynı kaderi paylaşan Hoca, almış olduğu eğitim sonrasında hutbe vermeye ve cemaate namaz kıldırmaya başlar. “Keskin Hoca; 1967’de, ilk defa Hançukur camiinde, bir Ramazan Bayramı günü, güzel konuşma adına verdiği mücadelesinin karşılığını görerek ilk hutbesini okur.” Hoca’nın genç yaşına rağmen, cemaate yönelik olarak Çiçero gibi güzel bir üslup içerisinde hitap etmesi, hocası Derviş Tekin Hoca’yı bile serzenişe iter: “Benim bir aylık hizmetimi bu çocuk boşa götürdü.”(50)
Ramazan Keskin Hoca’yı yetiştiren ortamın banisi olan İsmail Hatip Erzen Hoca, Osmanlının son dönemi ve cumhuriyetin ilk dönemlerinde, El-Ezher’de okuyan Türkiyeli nadir öğrencilerdendir. Malatya ekolü de, büyük oranda, öteden beri Sünni İslâm dünyasının en önemli ‘dini’ eğitim kurumu olan El-Ezher çatısı altında öğretilen, günümüzde varit olan ‘kırıcı, tekfir edici’ delillere sarılan bir Selefiliğe nazaran sahih ve akli temeller üzerine bina edilen ve mevcut durumu sağlıklı bir şekilde tahlil edebilen bir Selefilik ve buna bağlı olarak CemaleddinAfgani ve Muhammed Abduh’un formüle ettiği bir İslâmcılığa dayanmaktadır.
Ramazan Keskin Hoca, bir ara okumaya devam edip etmeme ikilimi içerisinde kalır. “Okuyalım mı? Okumayalım mı? Görev alıp da çalışmaya devam edelim mi? diye düşünmeye başladığımız yıllar oldu. Fakat sonunda okumaya karar verdim. Allah’a şükür isabetli bir karar vermiş olduğumu, şimdi daha iyi anlıyorum.” (54)
Kendisini mescitte hoca, vaiz, hatip; kısacası bir yol gösteren olarak tanıdığımız Ramazan Keskin Hoca, aynı zamanda en uzak köylere kadar gidip vefat etmiş Müslümanların taziyelerinde aşır okuyan, dua eden, hal hatır soran ve çağrıldığından dolayı düğünlere katılan bir gönül adamı; bunun yanında çocukları ve torunları olan bir aile reisidir.
Taziyede aşır okuyan, düğünlerde kısa da olsa, birkaç kelimelik kelamını orda bulunan insanlardan esirgemeyen, ‘umulurki, bir şeyler anlarlar diye’ çırpınan; yine umulur ki, ‘Kitab’a muhatap olurlar’ kaygısıyla onlara kitapta var olan hakikati, anlayabildiği ve muhatabının anlayabileceği bir vasatta anlatmaya çalışan bir öğretmen; zamanında ilgi gösterdiği halde pek tiyatro ile ilgilenemeyen, ama ‘Tiyatro, çok sevdiğim bir sanat dalıdır’(58) vurgusuna ihtiyaç duyan biridir o. Her ne kadar kadim ve sahih bir geleneğe dayansa bile, o gelenek çerçevesinde kalmayıp, yaklaşık iki, üç asırlık bir zaman diliminde oluştuğu gözlemlenen modern argümanların ‘yıkıcı etkisi’ne karşı cephe alan, ama çoğu da, düşünceye, analize değil de, salt fetvaya dayanan ‘ilmihalci yaklaşımlar’a karşı da mesafeli olan biridir.
Düşünce körlüğü ve palyatif fetvalar
Birçok kez yapmış olduğu konuşmalar vesilesiyle, muhataplarına yönelik olarak, “Leşler” demedim, yaşayan cesetler dedim” (66) diyerek, ‘caddelerin, sokakların, mescitlerin ve camilerin ruhunu kaybetmiş yaşayan cesetlerle dolu olduğunu’ vurgulamaktadır. “Bırak şartları, İslam’ı öğren!” (70) diye yakın çevresine seslenerek, aslında, İslam’ı anlamaktan ve kavramaktan ürken sığ bir bakış açısıyla sorunlarına palyatif fetvalar arayan yığınlarla karşı, “şarttan, marttan vazgeçin de İslâm’ı öğrenin” demektedir.
Şehirlilik, medenilik ve bu olgulara rağmen imkânsızlıklar, çaresizlikler…
Ramazan Keskin Hoca’nın yer yer de çevresinde bulunan, çoğunluğu itibarıyla köy kökenli ve şehirde yaşıyor olmalarına rağmen, yine belli bir aidiyet duygusu içerisinde, ‘köylülük, aşiretlilik, hısım, akrabalık saikleriyle, şehirde -Malatya’nın çevre semtlerinde- yaşayan, hayattan fazla bir beklentileri olmayan, kendilerine bulundukları noktalarda pek bir alan açmayan, bunu cidden akıllarına getirmeyen, helalinden kazanmakla birlikte, eline geçen bir iki kuruş para ile maaile geçinmeye çalışan, maddi sıkıntılar içerisinde olan, bundan dolayı da kendileri bırakın sanatı, siyaseti, çoğu okur yazar dahi olmayan, ilimle ve bilimle de bir ilişki kurmamış, kuramamış, işçi, amele ve en şanslısı ise bir handa şu ya da bu oranda ticaretle uğraşan, bırakın aristokratlığı, burjuvalığı, şehirli dahi olamamış insanların bu konudaki zaafına dikkat çekip sarf ettiği “Ya şehrin nimetlerinden yararlanın ya da köylerinize dönün!”(126) hitabı, genel bir gerçeği tüm çıplaklığıyla dile getirmektedir.
Öyle ise, bizler, dar kalıpları nasıl aşıp, ‘klasik ve sadece, ha bire günü kurtarmaya yönelik olarak belli despotik ‘dini’ mahfillerce verilmeye çalışılan fetvalara takılmadan, şehirli bir kimlikle mücehhez olup medenilik vasfını kazanır, yaşamsal bir bedevilikten kurtulabiliriz. Kısacası, eğer şehre teşrif ettik ise –şu ya da bu şekilde- köyü, kırı unutup, ya da ona hak ettiği oranda değer verip şehirli bir toplum, medeni bir millet nasıl olabiliriz?
Bizlere bu düşünceleri dile getirmemizi sağlayan Ramazan Keskin Hoca, aslında “… bir 28 Şubat mağduru, … bir diz çökmeyen adam..”dır.
“28 Şubat’ta alınan, ‘post-modern darbe’ kararları Malatya’da ilk onunla başlamıştı. Önce onun diz çökmesi istenmiş, en büyük baskıyı ona uygulamışlardı. Fakat o diz çökmemiş, direnmişti.”
Akpınar’ın gür sesli ve kaygılı âlim-mütefekkiri…
O Akpınar’ın gür sesli, El-Medine mescidinin Çiçero gibi bir hatibi, döneminin Malatya’sının kenar mahallelisi olan çoğu da köy kökenli, ‘ümmi’ ama bilgiye, hakikate susamış amele, işçi, esnaf ve bakkal ya da ticaretle uğraşan –çoğu da kayısı işi ileuğraşan- Kürtlerden, Zazalardan ve hatta onlarla aynı kaderi paylaşan, yoksul, dar gelirli Türklerden oluşan bir cemaate imamlık, önderlik yapan, yol, yordam gösteren bir mümtaz şahsiyet olarak, yıllarca Kur’ani hakikatleri dile getiren, hiçbir eser kaleme almayan, ama hayatını yazan Şevket Başıbüyük’ün bulunduğu haftalık Medeniyet gazetesinde yazıları yayımlanan bir muharrir, aynı zamanda!
* Diz Çökmeyen Adam-Ramazan Keskin Hoca, Şevket Başıbüyük, Beyan Yayınları, İST Mayıs-2013.
** ** Sadru’d-dinî Konevi/Hayatı ve Eserleri, Prof. Dr. Mikâil Bayram, Hikmetevi Yay.2008 Konya
(***) Ramazan Keskin hoca, 5 Ağustos 2022 Cuma günü akşan 21.00 sularında vefat etti.
Kayn ak: Özgün İrade Dergisi, 2014 Ocak 117.Sayı