Diyanet İşleri Başkanı’nın eşcinselliğe dair açıklaması, Dücane Cündioğlu’nun bir süredir YouTube arşivinden izlediğim Marmara İlahiyat seminerlerine denk geldi. Cündioğlu’nun, “dinin taşınamayacak kadar ağır hükümleri”nin din memurları ve bazı ilahiyatçılar tarafından nasıl tevil edildiğine ya da görmezlikten gelindiğine dair verdiği örnekler, Diyanet’in çıkışının tek nedeninin “hükümleri hatırlatmak” olmadığını gösteriyor.
Alper-Görmüş
Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın eşcinselliği lanetleyen cuma fetvası (Müslümanları eşcinsellikle “mücadele”ye çağıran yönüyle birlikte ele alınınca) eşcinselleri sadece dışlamakla kalmıyor, onları hedefe de koyuyordu.
Şöyle dedi Diyanet İşleri Başkanı:
"Ey insanlar! İslam zinayı en büyük haramlardan kabul ediyor. Lûtîliği, Eşcinselliği lanetliyor. Nedir bunun hikmeti. Hastalıkları beraberinde getirmesi ve nesli çürütmesidir, bunun hikmeti. (...) Geliniz bu tür kötülüklerden insanları korumak için birlikte mücadele edelim."
Fetvanın tetiklediği tartışmada bir taraf “Dinimizin bir hükmünü dile getirdi, ne var bunda” derken, öbür taraf “Yasalarda yer almayan bir suç tarifi ile toplumun bir kesiminin hedef haline getirildiği”ni söyledi ve asıl bunun suç teşkil ettiğini savundu.
Ben bu tartışmaya, en yaygın ifadesini Twitter’daki AliErbaşYalnızDeğildir tweet yağmurunda bulan “Dinimizin bir hükmünü dile getirdi, ne var bunda” argümanı üzerinden katılmak istiyorum. Beni buna cezbeden şey, Diyanet İşleri Başkanı’nın eşcinselliğe dair açıklamasının, Dücane Cündioğlu’nun bir süredir YouTube arşivinden izlemekte olduğum Marmara İlahiyat seminerlerine (2016-2019) denk gelmiş olması... Cündioğlu’nun, “dinin, inananların taşıyamayacağı birer yük haline gelmiş bazı hükümleri”nin din memurları ve bazı ilahiyatçılar tarafından nasıl tevil edildiğine ya da görmezlikten gelindiğine dair verdiği örnekler, Diyanet’in derdinin salt ilahi hükümlere sahip çıkmak olmadığını gösteriyordu. Bu çerçevede temel sorularımı şöyle formüle edebilirim: Din memurlarının, dindar siyasetçilerin ve çoğu ilahiyatçının dinin hükümlerine sahip çıkarken takındıkları seçmeci tavrın hükmü nedir? Neden bazılarını tevil edip görmezlikten gelirken başka bazı hükümleri vurgulayıp duruyorlar? Dert, dinin hükümlerine sahip çıkmaksa, tutarlı olmak ve tümüne sahip çıkmak gerekmez mi?
“Dinimizin hükümlerini hatırlatmak” deyince Ali Erbaş’ın aklına toplumun en savunmasız kesimlerinden birinin gelmesi, buna karşılık “inananların taşıyamayacakları yükler”i ihtiva eden hükümleri nedense hiç hatırlamaması ilginç değil mi? Anlamak güç değil: Birincisi ne kadar risksiz ve kolaysa ikincisi o kadar riskli ve zor.
Kur’an’da eşcinsellik hakkında bir hüküm var mı?
Tartışmak istediğim “ne var bunda...” argümanının dile getirilişine dair yüzlerce aktüel örnek vermek mümkün, fakat hepsini temsilen Hürriyet Genel Yayın Yönetmeni Ahmet Hakan’ın versiyonunu alalım... Şöyle yazdı:
“Eşcinsellik konusuna dinlerin ortak bir bakışı var. Hıristiyanlık da Yahudilik de İslam da eşcinselliği yaratılış hakikatine aykırı bir sapma olarak görüyor. İnandıkları öğreti, bunu söylüyor kendilerine... Papa’nın eşcinsellik karşıtı bir konuşma yapması neyse... Diyanet İşleri Başkanı’nın eşcinsellik karşıtı hutbe vermesi de odur. Sonuçta inandıklarını söylemek zorundalar. Yani yadırganacak, şaşıracak, hayret edecek bir şey yok.” (Hürriyet, 28 Nisan).
Gerçi bazı ilahiyatçılar İslam’ın eşcinselilk hakkındaki hükmünün bu kadar net olmadığını, Kur’an’daki Lût kavmi göndermesinin bambaşka bir bağlamının olduğunu savunuyorlar ama bu biraz, Dücane Cündioğlu’nun biraz sonra örneklerini vereceğim tevil çabasının tersinden bir versiyonu gibi görünüyor. Dolayısıyla ben yazıya, İslam dininin eşcinsellikle gerçekten de bir sorununun olduğu kabulü üzerinden devam edeceğim.
Parantez (1): İhsan Eliaçık’ın yorumu
Yine de burada bir parantez açıp İhsan Eliaçık’ın Kur’an’daki Lût kavmi göndermesini nasıl yorumladığını aktarmak isterim. Şöyle diyor Eliaçık:
“Yaygın dinî kanaate göre, geçmişte helak oldukları ve Lut kıssasından dolayı da lanetlenmeleri gerektiği yönündedir. Bu doğru bir görüş değil. Lut kıssasında dışlanan şey baskı, zulüm ve zorbalıktır. Kavmin zenginlikten şımarmış ileri gelenleri, kendi cinsel eğilimlerini insanlara, özellikle de gençlere zorla dayatıyorlardı. Hasbahçelerindeki eğlenceler için şehirde ‘genç oğlan’ arıyorlar, hangi ailede varsa onu kırbaç zoruyla alıp götürüyorlardı. Bu nedenle Lut’un evini bastılar, kapıya dayandılar, gelen misafirleri bize ver dediler, gelen gençleri zorla alıp götürmeye kalktılar. İşte bu tutuma kızılıyor kıssada. Dolayısıyla Kur’an’ın lanetlediği baskı, zulüm ve zorbalıklardır.” (Gazeteduvar, 17 Ocak 2018).
Parantez (2): Berrin Sönmez’in yorumu
Geçerken, bir başka dindar yazarın bana tartışmamız bağlamında daha anlamlı gelen itirazını da burada dikkatinize sunayım:
“Hadi canım sen de! Gerçekten hadi canım sen de! İlahî hükümmüş, gerçekten İlahî hükümse göster kitaptaki yerini! ‘Eşcinsellik ve zina salgın hastalıkların sebebi’ sözü, Kur’an’ın neresinde geçer, Başkan ya da Kalın göstersin bir zahmet. Ama gösteremezler çünkü bu iddia ‘bâtıl itikat’lardan. (Berrin Sönmez, Gazeteduvar, 28 Nisan).
Berrin Sönmez anladığım kadarıyla Kur’an’daki Lût kavmi göndermesini İhsan Eliaçık gibi yorumlamıyor. Onun itirazı, Diyanet İşleri Başkanı’nın Kur’an’da eşcinsellikle salgın hastalık arasında bir irtibat kurulduğuna dair sözlerine...
“Hırsızın elini kesin demek hırsızın elini hırsızlıktan kesin demektir”
Artık Dücane Cündioğlu’nun 2016-2019 arasında Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde verdiği seminerlerden derlediğim, “dinin hükümlerinin inananlar için taşınamaz bir yük haline gelmesi” karşısında geliştirilen tevil ve görmezlikten gelme çabalarına dair örneklere geçebiliriz.
(Devamı yarına).
Diyanet’in derdi sahiden de dinin hükümlerini hatırlatmak mı (2)
Diyanet İşleri Başkanı, dinin eşcinsellik hakkındaki hükmünü fetva konusu ederken, başka bazı hükümleri ağzına bile almıyor. Bu, “ne var bunda, dinin emirlerini tebliğ ediyor” argümanını geçersizleştiriyor... Karşımızda, dini hükümlere topluca sahip çıkma kaygısı içindeki bir başkandan çok, onların arasından ustaca çektiği birini araçsallaştırılıp siyasi kullanıma sokan bir başkan var.
Alper-Görmüş
Bu yazının dünkü (28 Nisan) birinci bölümünde, Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın eşcinselliği lanetlediği ve onu “salgın hastalıkların kaynağı” olarak gösterdiği cuma fetvasına yönelik eleştirilere karşı öne sürülen en yaygın ve en ciddi argüman üzerinde tartışmaya başlamıştık.
Bu argüman kısaca şöyleydi: “Başkan, dinin sahih bir hükmünü dile getirdi, inananlara bu hükmü hatırlattı, hakkı değil mi, ne var bunda?”
Ben, bu itirazın tutarlı ve inandırıcı olabilmesi için, Diyanet İşleri Başkanı’nın, dinin eşcinsellik hakkındaki hükmünden çok daha sahih olan başka bazı hükümlerini de sık sık hatırlatması gerektiğini söylemiş, bunun yapılmaması durumunda Erbaş’ın bu argümanla savunulmasının ikna edici olamayacağını öne sürmüştüm. Çünkü böyle bir durumda, dini hükümlere topluca sahip çıkma kaygısı içindeki bir başkandan çok, onların arasından ustaca çektiği birini araçsallaştırılıp siyasi kullanıma sokan bir başkan olurdu.
Dün, Diyanet’in hatırlamaktan ve hatırlatmaktan kaçındığı “ilahi hüküm”lerin örneklenmesi bahsine ancak yazının sonunda gelebilmiş, bu örnekleri bugünkü yazıya bırakmıştım. Bugün, Dücane Cündioğlu’nun 2016-2019 arasında Marmara İlahiyat’ta verdiği seminerlerden derlediğim bu örnekleri aktaracağım size.
Taşınması zor hükümlerle ilgili üç yaklaşım
Cündioğlu, sözünü ettiğim seminerlerde “Modern hayatla irtibatı sıkı, bir anlamda şehirli inananlar için taşınamaz bir yük” haline gelen vahiy hükümleriyle ilgili olarak başlıca üç yaklaşım olduğuna dikkat çekiyor.
Birinci yaklaşımın temsilcileri, ki onlara genel olarak gelenekselciler deniyor, vahyin Arapçadaki kelime anlamı (dışsal anlamı) neyse, onun zamandan ve mekândan kısıtsız olarak (her çağda) o anlama geleceğine inanıyorlar ve hiçbir tevil girişimini kabul etmiyorlar.
İkinci yaklaşımın (tevilcilik) temsilcileri, kelime anlamıyla alındığında modern hayatla telif edilmesi çok zor ya da imkânsız olan kimi hükümlerin aslında bambaşka (çoğu kez tam tersi) anlamlara geldiğini öne sürüyorlar. (Cündioğlu burada, tevilcilerin Kur’an’daki kadına vurma ile ilgili ayeti “kadını sevin” şeklinde yorumlamaları örneğiyle, “Hırsızın elini kesin” hükmünü “hırsızın elini hırsızlıktan kesin” şeklinde yorumlamaları örneğini veriyor.)
Üçüncü yaklaşım ise tarihselcilik... Cündioğlu, son dönemin bu gözde yaklaşımını şöyle anlatıyor:
“Tarihselciler bu iki yaklaşımın bir sentezini yapıyorlar. Bir yandan gelenekselciler gibi ‘evet, ilgili ayette açıkça kadına vurun deniyor’ diyorlar. E, peki biz şimdi vuracak mıyız kadınlara? Yok, diyorlar, o zaman için doğruydu bu. E, bugün? Bugün vurmaya gerek yok.
“Yani tarihselciler metnin anlamına sahip çıkmakta birinci grupla ittifak ediyorlar, ama dinin kendi dışıyla irtibatında ikinci gruptakilerin kaygılarıyla ve onlarla birlikte hareket ediyorlar, tabii ki bugün kadın dövülmez diyorlar.”
Cündioğlu, “Kur’an’a söylemediğini söyletmeye çalışan” tevilciliği “abrakadabracılık”, “sahtekârlık” gibi sıfatlarla anıyor ve karşı çıkıyor, buna karşılık inanca aklı ve düşünceyi karıştırmayıp “vahiy ne diyorsa o” diyenleri daha tutarlı ve dürüst buluyor, inancın böyle bir şey olduğunu söylüyor. Tarihselciler de onun gözünde, inançla aklı bir araya getirmeye çalışan imkânsız ve hüzünlü bir çabanın temsilcileri...
“Dünyayla inanç kaynakları arasındaki akıl almaz çatışma”
Sıra geldi, Diyanet İşleri Başkanı’nın “dinimizin hükmü” diyerek ilan ettiği eşcinsellikle mücadele seferberliğini başlatırken üzerinde atladığı ve her zaman öyle yapacağı başka hükümlere...
Cündioğlu, dinin şehirli, modern hayatla iç içe geçmiş bağlıları için “taşınamaz bir yük” haline gelmiş hükümleriyle ilgili olarak verdiği örnekleri anlatırken şöyle şeyler söylüyor (uzun konuşmalardan benim seçtiğim bazı cümlelerle):
“İtikat alanında kalındığı sürece fazla zorluk yoktur, fakat hukuki-sosyal alana, yani fıkhın alanına girildiğinde işler çok zorlaşır. Bir fakih düşünün, laik bir hukukçuyla konuşuyor. Hırsızın eli kesilir mi, kesilmez mi? Hırsızın hükmü nedir İslam’da? Diyecek ki kesilir. (...) Ahirete inanıyorum dersen kimse umursamaz seni. İnanabilirsin. Fakat hırsızın elini keseceğiz dediğinde canına okurlar. Hop, neredeyiz derler yani. Neye inanıp inanmadığın dünyayı ilgilendirmez, ama uyguladığın hukuk ilgilendirir.
“Zina edeni ne yapalım, sopayla dövelim. Olur mu bu çağda? Bir de recm var. Recmi savunabilir misiniz? İlahiyatçılar recmi savunamayacak duruma getirilmişlerdir zaten.
“Kısas... Gözünü çıkaranın gözünün çıkarılmasını adil bir ceza olarak görür müsünüz?
“Kur’an’da ikişer, üçer, dörder eş alabilirsiniz diyor. Bunu dörde kadar diye yorumluyorlar. Neden bir sınırlama anlamında kullanılıyor da dörtten sonrasına da imkân veren bir teşvik manasında kullanılmıyor. Arapçada ‘dörde kadar’ denemiyor mu? Nitekim Peygamber’in, Kur’an’ı en iyi yorumlayan insanın en az dokuz eşinin olduğu biliniyor. Peki, 9 yaşında bir kızla evlenilebilir mi? E, Peygamber evlenmiş.”
Cündioğlu, bu örnekleri sıraladıktan sonra şöyle diyor:
“Şimdi burada içinde yaşadığımız dünyaya dair bilgimizle inanç kaynaklarımız arasında akıl almaz derecede büyük bir çatışma var. Bu konuları düşünmediğiniz takdirde sorun yok. Ama düşünmeye başladığınız an bu çelişkileri açıklamak zorundasınız. İki şeyden birinden vaz geçeceksiniz.”
Dücane Cündioğlu öyle diyor ama üçüncü bir yol daha var: Hayatla dini hükümler arasındaki “akıl almaz çatışma”yı görmezlikten gelirsiniz, öyle bir sorun yokmuş gibi davranırsınız... Bu arada memuru olduğunuz siyasetin ihtiyaçları açısından uygun bulduğunuz bazı hükümleri seçip, onları o ihtiyaçlar doğrultusunda araçsallaştırırsınız. Diyanet İşleri Başkanı’nın yaptığı gibi...
Din için de siyaset için de kötü ama, oluyor işte.