Uluslararası siyasette bugün yaşananlar muhtemelen şimdiye kadar işini muayyen bazı teorilere dayanarak yürüten uluslararası siyaset bilimcileri için önemli müşküller çıkaran cinsten. Daha basit bir ifadeyle olup bitenler mevcut ezberlerle açıklanacak veya anlaşılabilecek gibi değil. Türkiye´nin son yıllarda bu ezberlerin çok ötesinde işler yapıyor olduğu çok açık elbet. Ama doğrusu biraz daha geniş bakıldığında ezberleri bozan sadece Türkiye değil. Amerika da, Avrupa da, Rusya da soğuk savaş yıllarından itibaren iyice ezberlere kazınan bazı kuralların çok dışında işler yapıyor.
Doğrusu bu durum zaten uluslararası ilişkilerin tabiatından kaynaklanan bir durum denilerek itiraz edilebilir buna. Bu ilişkiler düzeyi aslında zannedildiği kadar düzenli değil, alabildiğine kaotik bir manzara arz ediyor. Binlerce değişken içinde ülkeleri yönetenlerin de sürekli değişen aktörleri yoluyla bir denge oluşuyor. Bu dengelerde biraz ağırlıklı bir aktör fırtınalar oluşturup bütün dünyayı bir türbülans ortamına sokabiliyor.
Soğuk Savaş yıllarında iki kutuplu bir dünya vardı ve herkesin tarafı belliydi. Doğu Bloku, Batı Bloku ve bağımsız bağlantısız bir üçüncü dünya bloku vardı. Herkesin birbiriyle ilişkisi blok ülkelerin patronlarının son sözü söyleme otoritesi tanınmış olarak kararını bulmuştu. Amerika ve SSCB dünyayı kendi aralarında diğer taraflara sormak gereği bile duymadan paylaşmış durumdaydı. En azından görünen dünya buydu. Geride başka hangi aktörler ne tür roller oynayıp sistemin işleyişine etki ediyorlardı, bu tali bir konuydu.
Soğuk Savaşın bitmesinden sonra ortaya çıkan yeni durum adı konulmuş, sabit, istikrarlı bir denge oluşturmadı, ama buna rağmen hayat devam etti. Tek kutuplu bir ABD düzeni diye adlandıran çok oldu durumu. ABD´nin Irak-Körfez müdahalesiyle birlikte fiili çerçevesi çizilen bu yeni düzenin düsturu belli belirsizdi ve zaten çok uzun süre devam etmedi.
Küresel gelişmeler sahaya çok sayıda aktörün, kesinlikle öngörülemeyen etkilerle girebilmelerinin mümkün olduğu düşüncesine geniş bir alan açtı. Her aktörün bir gücü var ve her aktör sistemde bir güce sahip. Ülkeler bunun farklı düzeylerde farkında oldular. Farkında olanlar bu güçlerini daha etkin bir uluslararası siyaset için yeterince iyi kullandılar veya kullanamadılar. Kullanabilenler dünya siyasetinde yeni aktörler olarak temayüz etme fırsatı buldular. Edemeyenlerin hali ortada.
Çok güçlü oldukları halde bu gücü çok kötü kullananlar oldu-oluyor. Arap-İslam ülkeleri, mesela, varolan güçlerini yeterince iyi kullanamıyor. Bir güç olduklarının farkında bile değiller ve hala dünyanın tek ve mutlak patronunun ABD olduğu yanılsamasına bir itikat olarak haddinden fazla bağlılar. Bütün siyasetlerini de bunun üzerine kuruyorlar.
Oysa kendi güçlerinin farkında olsalar, ABD´yi çok aşabilecek imkanlara ve güçlere sahipler. Bu gücün farkında olmalarını engelleyen, kendi kendilerini tüketmeye yol açan kendi iç iktidar yarışları ve kültürleri de var tabi. Bunun üzerinde ayrıca durulabilir. ABD´ye rüşvetler vererek ABD´yi kendi lehlerine yönetme siyaseti, neticede ABD´nin onların üzerindeki efendiliği konumunu yeniden üretmekten, beslemekten ve süreklileştirmekten başka bir işe yaramıyor. Bir bilseler.
Oysa bugünün dünyasının bir özelliği de şu: Ülkeler Katolik nikahı gibi birbirlerine veya bir bloğa mecbur ve kayıtlı değiller. Türkiye özellikle 2002 yılından itibaren bu yeni dünyanın yarattığı fırsatları çok iyi değerlendirdi. Dış politikasını çeşitlendirdi. Eski dünya düzeninin benimsenmiş çaresizliği olarak, bir blokla ilişkisinin kendisini o bloğun dışındaki ülkelere uzak durmayı gerektirdiği anlayışına gereğinden fazla bağlıydı. Bu gereklilik ülke içinde bloğun yerli muhafızları tarafından da telkin ve takip ediliyordu. 2002 yılından itibaren bu anlayıştan ve onun ajanlarının etkisinden hızla uzaklaşarak adeta zincirlerini kırdı.
Geçtiğimiz günlerde bir yabancı TV Kanalı bana ?Türkiye´nin Rusya´dan S400 füzeleri almasını veya Rusya´yla ilişkilerini sürdürmesinin Türkiye´nin NATO´dan uzaklaşma, NATO´ya tavır alarak ondan kopmak olarak mı yorumlanacağını? sordu.
Bu soruları sorduranın klasik bir uluslararası ilişkiler ezberi olduğu çok açık. Türkiye birbirleriyle savaş halinde olmayan hatta birbirleriyle, ticari, sanayi, askeri, kültürel her türlü ilişkisi olan iki ülke arasında neden ?ya o ya öteki? seçenekleri arasında hissetsin ki kendisini? Ortada bir savaş yok. Türkiye bir NATO ülkesi ve bu üyeliğin ilzam ettiği bütün yükümlülüklerini yerine getiriyor.
Şu anda sorun ABD´nin ve Avrupalı diğer bazı NATO üyelerinin bu üyelikten kaynaklanan yükümlülüklerini yerine getirmiyor olmasıdır.
Bir NATO üyesi olarak Türkiye´ye karşı savaşan terör örgütlerine karşı Türkiye ile dayanışmak yerine o terör örgütleriyle iş tutmak gibi bir yanlışın içindeler. NATO sözleşmesine göre kuralı ihlal eden onlar. NATO teşkilatı mevcut durumda Türkiye´ye bir sorun çıkarmıyor, bazı üyeler bu üyeliğin şartlarını ihlal etmek suretiyle Türkiye´ye karşı suçlu duruma düşüyor. Burada NATO´yu terk etmek değil, NATO üyeliğinin doğurduğu görevleri hatırlatmak gibi bir diplomatik üstünlüğü var Türkiye´nin. ABD belki NATO´nun en güçlü ortağı, ama bu ona NATO´nun tek hakimi olma hakkı vermiyor. Kurumlarda demokratik işleyiş Türkiye´nin bir talebi ve bu talep Türkiye´ye zannedildiğinden daha fazla avantaj sağlıyor.
Geçtiğimiz günlerde ?Suriye´ye karşı düzenlenen saldırıyla Türkiye´yi Rusya´dan koparmış olmaktan? bahseden Fransa Cumhurbaşkanı Macron´un, Fransa´nın NATO´nun askeri kanadına dönüş sürecinin bile ancak Türkiye´nin onayıyla gerçekleşmiş olduğunu aklına getirmemiş olduğu anlaşılıyor. Malum Fransa 1966 yılında NATO´nun askeri kanadından çıkmıştı. Yani Soğuk Savaş´ın en hararetli zamanlarında bile NATO´ya üye değildi.
Şimdi NATO üyeliği içindeki kralcı işgüzarlığının Türkiye´ye satmak istediği silahlarda Rusya´ya karşı haksız rekabet avantajı sağlama uyanıklığıyla ilgisini sormayalım mı?
Ya biz bu kurnaz esnaf davranışını hangi uluslararası ilişkiler ezberine başvurarak yorumlayalım?