Sosyolog yazar Mustafa Aydın yazdı;
slam, tarihin 7. yüzyılında Arabistan’dan başlayarak tüm dünyaya yayılmış bir dinin ismidir. Esasen bir gelenek olarak İslam, ilk insandan başlayan ve devam eden serüveni ile bir geleneğe sahiptir.
Fakat 7. Yüzyılda Mekke’den başlayan serencamı Medine’ye ve oradan da dünyanın farklı bölgelerine doğru açılım göstermiştir. Hz. Peygamber’in (SAV) kendi döneminde bazı devlet başkanlarına yazdığı “davet mektup”ları savaşlar dışında dışa açılmanın siyasi bir ayağını temsil etmekteydi. Fakat hiçbir din sadece savaş ya da siyasi egemenlik ile kendi dışındaki kültürlerde ve ülkelerde süreklilik gösteremez.
Dört Halife döneminden başlayarak süreç içinde gerçekleştirilen fetihler müslümanların farklı kültür, düşünce, mezhep, felsefi görüş ile karşılaşmalarını sonuçlamıştır. Bu karşılaşmaların yoğunlaşmasına kadar ancak kendi iç sorunları çerçevesinde bir arayış ve bilgi üretimine giden müslümanlar, karşılaşmalarla birlikte bir başka dil gerçekleştirmek zorunda kalmışlardır. İşte kelam olarak isimlendirilen ilim dalı hem İslam’ın kendi inanç formülasyonlarını ortaya koymak hem de islam itikadını insanlığın ortak bilgi ve akıl kategorileri içerisinde temellendirmek gibi işlevlerle ortaya çıkmıştır. Bu sürece genel anlamda dinin felsefileşmesi ismi verilmektedir.
Peki “dinin felsefileşmesi” gibi bir sürece ihtiyaç var mıdır? Doğrusu yerel düzlemden çıkıp evrensel olmak isteyen tüm din, felsefi görüş ve düşüncelerin uğraması gereken ve sonraki süreçte de sürekli geliştirmeleri elzem bir süreçtir dinin felsefileşmesi. Bugüne ulaşan İslam’ın farklı ilimler içindeki formülasyonlarını, birer hazır umde görerek dinden felsefe, sosyoloji vb. ilimleri uzaklaştırmaya çalışanlar, inandıkları bu formülasyonların birçoklarının nasıl tarihsel ve birikimsel olduklarına dikkatle bakmalıdırlar.
Bugün de İslam dinini sadece fıkıhla eşitleyenler bulunmaktadır. Fıkıh bir Müslümanın hayata, dünyaya ve gündelik hayata dair tavır alışlarını belirlemektedir. Bu boyutuyla fıkhı hermesçi, ezoterik bakış açısıyla eziklemeye çalışanları kesinlikle tasvip etmem. Fakat meselenin bir başka boyutu, her şeyi fıkıh olarak görerek hayata bakanlardır. Fıkhın tavır alışı ise sadece Müslümanları bağlayan bir şeydir. Bu açıdan fıkhın ister istemez son kertede daha kapalı devre işlediğini söylemek mümkündür. Bununla birlikte kıyas, örf, istihsan vb. usül ilkeleri dikkate alındığında, fıkhın toplumlara, kültüre ve bulunduğu çevreye tamamen duyarsız olmadığı da görülecektir.
Her düşünce ve din gibi müslümanlar da kendi dinlerinin doğru olduğunu, kendisi dışındakilere iddia edeceklerdir ve tarihte etmişlerdir de. Ya da fetih hareketleri ile karşılaşma yaşamışlardır. Ya da bugünkü gibi dünyanın çok farklı coğrafyalarında farklı inançlarla yaşamak durumundadırlar. Kendi dışınızdakine “benim inancım doğrudur” dediğinizde, size niçin senin inancın doğru olsun diye yanıt gelmekte gecikmeyecektir. Buna karşılık “çünkü ben öyle inanıyorum” şeklinde cevap verirseniz işte bu totoloji olur; yani kendi kendisini doğrulayan kehanet gibi.
İşte tam da bu noktada inancınızı insanlığın ortak aklı ve bilgi kategorileri içinde anlatma ihtiyacınız doğacaktır. Bu da dinin felsefileşmesidir. Bugün İslam’ın bütün dünyaya yetecek düzeyde yeniden felsefileşmesine ihtiyaç bulunmaktadır. Şayet “felsefe dini bozar” diye anlatmaktan imtina ederseniz, nerede yaşarsanız yaşayın kendi yerelliğinizden kurtulamazsınız. Özellikle bugünün küresel dünyasında hiçbir şansınız olmaz. Çünkü İslam evrenseldir demek, kategorik anlamda insani olanı potansiyel düzeyde kapsıyor demektir. İnsanı kapsayamayan da ancak totoloji ile gün geçirir.