Geniş toplumsal kesimlerin dinî-ideolojik ‘teori’lere dair algıları, önemli ölçüde teoriyi taşıyan elitler üzerinden şekillenir. O elitlerin hayatı yaşama biçimleri ve davranışları ‘sıradan’ insanların dinle-ideolojiyle kurdukları bağın güçlenmesinde ya da zayıflamasında önemli bir rol oynar. Dinlerin ya da ideolojilerin önerdiğiyle, onları taşıyanların hayatları arasındaki makas ne kadar açılırsa, teoriye duyulan kuşku o ölçüde büyür.
Bu, “Dindarlar neden çocuklarını ‘Hulusi Akar Eğitim Sistemi’nden uzak tutmalılar?” (Serbestiyet, 17 Eylül) başlıklı yazıyla başlayıp, “Abdülhamid’den Erdoğan’a: Dine yöneliş neden İslam’ın gürültülü yıllarında değil de sessizce yaşandığı dönemlerde arttı?” (Serbestiyet, 20 Eylül) başlıklı yazıyla devam eden serinin son yazısı…
İlk yazıda, “Eğitimin amacı ne? Eğitim bilgi değil arkadaşlar. Bilgi üniversitede oluyor. Bilgi meslekte oluyor. Eğitimin amacı, bir Allah korkusu, iki kuldan utanma…” diyerek, 4-12 yaş arasındaki çocuklara sadece ‘din ve ahlak’ öğretilmesi gerektiğini salık veren ‘Hulusi Akar Eğitim Sistemi’ üzerinde durmuş, tatbikata koyulması durumunda neden amaçlananın tam tersi sonuçlarla karşılaşılacağını izah etmeye çalışmış, dolayısıyla dindarların çocuklarını bu eğitim sisteminden uzak tutmaları gerektiğini savunmuştum:
“Kendi çocuklarına değer aktarmak isteyenler -ister seküler olsun ister dindar- bitmez tükenmez tekrarların, yoğun ‘yükleme’ seanslarının çocuklar üzerinde amaçlananın tam tersi sonuçlar üreteceğini bilmeliler. Türkiye’nin muhafazakâr iktidar tecrübesi bu açıdan ders niteliğinde sonuçlar üretti ama bir patikada fazlaca yol alıp da geri dönüş imkânı tükenince o patikanın doğru patika olduğunu savunmaktan başka çare kalmayabiliyor. Hulusi Akar Eğitim Sistemi, böyle bir çaresizliğin önerisi olarak duruyor karşımızda.”
İkinci yazıda, devletlerin abartılı ve dozu çok yüksek ideolojik pozisyon pompalamalarının bugünküne benzer bir örneğinin yaşandığı Abdülhamid dönemini ele almış, bu çabanın o dönemde de -bugünkü gibi- amaçlananın tam tersi sonuçlar üreterek dinden uzaklaşma eğilimini körüklediğini hatırlatmıştım.
İkinci yazının son paragrafında ise okumakta olduğunuz üçüncü yazının konusunu duyurarak topu bu yazıya atmıştım:
“Eski dönemler tarih oldu ve en azından gazetecilerin ve aktüel yorumcuların ilgi alanının dışına düştü. Fakat günümüzdeki dinden uzaklaşma ve inançsızlık eğilimi için aynı şeyi söyleyemeyiz. Bu, günümüzün en sıcak tartışmalarından birini oluşturuyor.
Hiç kuşkusuz gerek artık tarih olmuş 19. yüzyıl sonundaki gerekse de fiilen idrak ettiğimiz günümüzdeki ‘dinden uzaklaşma’ eğilimi sadece devletin ikrah ettiren ziyade propagandasının umulanın tam tersi sonuç vermesiyle açıklanamaz. Fakat ‘dinden soğuma, uzaklaşma’ eğilimini doğuran öbür etmenler de her iki dönemde birbirine fena halde benziyor. Mesela dinin siyasallaşması; mesela dinin önerdikleriyle onları taşıyan -Hulusi Akar gibi- siyasetçilerin pratiği arasındaki makas; mesela teknoloji ve bilimdeki, dinsel anlatının ikna gücünü zayıflatan sıçramalar; mesela modernliğin iğvası… Bu dizinin üçüncü ve son bölümünde de bunları ele alacağım.”
‘Modern’ huzursuzluk
Hayatını Tanrı’nın emirlerine, kutsala göre düzenlemesi gerektiğine inanan insanların, dinin yasakladığı ya da sınır koyduğu şeylerin iğvasına kapılmalarının insanların iç dünyalarında nasıl bir huzursuzluk yaratacağı herhalde izahtan vârestedir.
Dünyada Tanrı (din) merkezli bir hayatın yaşandığı eski çağlarda, inanç ile yaşanan hayat arasında büyük çelişkiler yoktu. Fakat Batı hümanizmi Tanrıyı ‘öldürüp’ yerine insanı (bireyi) koyduktan sonra, yani dünyanın ‘Tanrı merkezli’ olmaktan çıkıp ‘insan merkezli’ bir hale gelmesinden sonra inançla yaşanan hayat arasında büyük bir gerilim ortaya çıktı. Din yerinde duruyor, insana ne vaat ediyorsa onu vaat etmeye devam ediyordu… Fakat dünyevi yaşam, bilim ve teknolojinin muazzam ilerleyişiyle insana eskisinden çok daha fazlasını vermeye başlamıştı ve bu sayede ortaya çıkan modern yaşam, dinin talep ettiği hayat tarzıyla çelişiyordu.
Teknolojinin sıçramalarla ilerlediği, onun paralelinde dünyevi hayatın karşı konulması güç nimetlerinin daha da arttığı dönemlerde dinin ve dindarların durumu iyice zorlaşıyor, dinle bağları ister istemez biraz daha gevşiyordu.
İnsanların dinle aralarına mesafe koymalarının bu nesnel zemininin üzerinde yükselen ve aynı sonuca yol açan bir başka alan siyasetti. Bu etki de dinin siyasetin bir aracı haline getirilmesi ve dini istismar eden siyasi figürlerin söyledikleriyle yaptıkları arasındaki makasın giderek büyümesi üzerinden işliyordu.
Dindar siyasi figürler dine ne yapıyor?
Dünyaya yeni bir anlam, yeni bir nizam verme iddiasındaki bütün inanç sistemleri (dinler) ve bütün büyük siyasi anlatılar (ideolojiler) toplumların karşısına bütünlüklü, kapsayıcı teorik çerçevelerle çıkarlar. Dinlerin ve ideolojilerin elitleri, aidiyet duygularını o teorik çerçeveye inançlarından ve sadakatlerinden alırlar. Buna karşılık geniş toplumsal kesimlerin teoriye dair algıları esasen teorinin pratikteki yansıması üzerinden şekillenir. Yani kitleler ‘lafa’ değil işe bakarlar.
Her din ve ideoloji somut bir konjonktürde somut bireylerden oluşan elitler tarafından taşınır. Dolayısıyla ‘pratik’ derken, öncelikle o elitlerin hayatı yaşama biçimleri ve davranışları akla gelmelidir; dinlerin ya da ideolojilerin önerdiğiyle, onları taşıyanların hayatları arasındaki makas ne kadar açılırsa, teoriye duyulan kuşku o kadar büyür.
Gannuşi’nin uyarısı
Müslüman Kardeşler geleneğinin Tunus’taki temsilcisi Nahda Hareketi’nin lideri Raşid Gannuşi’nin 2016’da Fransız Le Monde gazetesine verdiği demeç dünyada büyük bir ilgi uyandırmıştı.
Tunus’un artık bir demokrasi olduğunu, o nedenle bundan böyle Tunus’ta siyasal İslam’a yer olmayacağını belirten Gannuşi, partisinin de dini ve siyasi faaliyetleri birbirinden ayıracağını vurgulamıştı. Gannuşi’ye göre bu hem “çıkarları için dini manipüle etmekle suçlanmayacak” olan siyasetçiler için, hem de “artık siyasetin esiri olmayacak” din için iyi olacaktı.
Bizi burada özellikle ikinci vurgu ilgilendiriyor: “Artık siyasetin esiri olmayacak din…”
Gerçekten de siyasetçilerin dini kendi yükselişlerinin bir aracı olarak görüp ikisini birbirinden ayırmadıkları koşullarda toplumlar siyasetçileri dinin taşıyıcıları olarak görüyorlar ve onların hayatı yaşama biçimleri ile dinin önerdikleri arasındaki fark, inananları kurumsal dinden uzaklaştırabiliyor.
Dindar gençlerin deizme kayışları tartışmasını başlatanlardan Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu da uyarısını, siyasetçi ya da değil kendinde dini temsil gücü vehmeden figürler üzerinden yapmıştı:
“15 Temmuz’dan bu yana benim odama 17 tane başörtülü, deist bile değil tanrı tanımaz öğrenci gelip benimle bu konuları konuştular. Başörtülü öyle geleneksel de değil bildiğin başörtülü. Aileleri de örtülü aile. Ortak neden sahnede dini temsil ettiğini söyleyen insanların eylemlerinin sonucudur. Mesele bu kadar ciddidir. Bu sonuçlarla yüzleşmezsek 30 yıl sonra çok farklı şeyler konuşuyor oluruz.”
Bu sözlerin üzerinden 30 değil ama 8 yıl geçti bile. Bugünlerde neleri konuştuğumuz ortada, böyle giderse 30 yıl sonra “çok farklı şeyler” konuşacağımız belli değil mi?