“Dini savunmak için yalan menkıbeler anlatmak”

Faruk Beşer, Yeni Şafak gazetesindeki “Dini savunmak için yalan menkıbeler anlatmak” başlıklı yazısında dini savunma veya yayma iddiasıyla uydurulmuş menkıbeleri değerlendirdi:

“Dini savunmak için yalan menkıbeler anlatmak”

Yalanı tartışıyorduk. Menkıbe olarak yalan söylenebilir mi?

Menkıbe (ç: menakıp), örnek alınmaya değer haslet demek. Kelimenin aslında delip geçme, yol gösterme, etki etme gibi anlamlar vardır. Sanki birisinin güzel huyları insanın kalbine işlediği, ona örnek olduğu, yol gösterdiği için onlara menkıbe/menakıp denmiştir. Anlamada ve etkilenip ders almada menkıbeler çok etkili olduğundan menkıbe önemli bir eğitim aracıdır. Çünkü hal dili kâl dilinden etkilidir derler. Lisanu’l-hâl entaku min lisani’l-makâl. Yine bunun için temsil tebliğden öncedir derler.

Bu sebeple Allah bize Kuranıkerim’de peygamberlerin ve önceki müminlerin hayatlarını kıssa ederken aslında onların menkıbelerini anlatmış olur. Ne var ki, din dilinde bunlara menkıbe denmemiştir. Allah da mesela Hz. İbrahim’in özelliklerini bize anlatırken ‘onda sizin için üsve-i hasene/uyulası güzel örnek vardır’ buyurur. Demek ki menkıbe peygamberlerde olunca ona üsve-i hasene denir. Bu tabir Kuranıkerim’de bir de Resulüllah için kullanılır.

Sahabe-i kiram efendilerimize gelince, onların menkıbelerinden söz edilir. Hadis kitaplarının ‘menâkıb’ bölümleri vardır ve bu bölümlerde sahabenin üstün örneklikleri anlatılır. Onlardan sonra ulemanın, evliyanın ve ahlakı güzel insanların da menkıbeleri örnek oluşturma bakımından önemlidir ve kitaplarda bolca vardır.

Mitolojilerin ve destanların eğitimdeki meşruiyetini tartışacaktık, onun için menkıbeleri öne aldık ve eğitimde, davette, tebliğde, hatta anlamada çok önemli olduklarını söyledik. Ancak menkıbede de bir tehlike vardır; insanoğlu değer verdiklerini yüceltmede sınır tanımayan bir özelliğe sahiptir. Çünkü duyuların ötesi duygulardır ve duygulara dinle ve akılla sınır çizilmediği takdirde insan muhayyilesi kutsamaya ve ilahlaştırmaya meyyaldir. Kutsal ile kudsînin farklı şeyler olduğunu da daha önce yazmıştık. Kısaca kutsallaştırma ilahlaştırmadır. Takdis etme yani kudsî bilme ise temiz ve mübarek bilmedir.

Menkıbelerin önemine rağmen kutsamaya kapı aralayan bir yönleri de bulunduğu için Resulüllah Efendimiz (sa) kendisini söz konusu ederek bu kapıyı kapamak istemiştir. ‘Hıristiyanların İsa için yaptıkları gibi siz de beni övmede aşırı gitmeyin, ben Allah’ın kuluyum, siz de bana sadece Allah’ın kulu ve resulü deyin’ buyurmuştur. Yani bende ne varsa onu söyleyin. Buna rağmen vefat eder etmez duyguların ağır basmasıyla onun ölmüş olamayacağını söyleyen sahabîler olmuştur. Ömer (ra) gibiler de bu düşünceyi anında tashih etmişlerdir. Dinin zahir, yani objektif yönü şeriattır. Esas olan da budur. Bâtın, yani duygu yönü ancak zahirinin çerçevesinden çıkmadıkça doğru olabilir. Çıkarsa bâtıniliğe ve kutsamaya kayar. Bunun için İmam Rabbani gibi bir sufi bile zahire uymayan bâtına asla itibar edilmeyeceğini söyler. Ama insanlar sevdiklerini ve büyük gördüklerini en büyük görmek istedikleri için onun hasletlerini hayallerinde büyütürler ve onu Resulüllah’ın bile, haşa, üzerine çıkarabilirler. İşte örneklik yönü önemli olan menkıbenin tehlikesi burada başlar.

Belki de çok eleştiri aldığı için sevenlerince hakkında ilk abartılı menkıbe uydurulan kişinin Ebu Hanife olduğunu söyleyebiliriz. Onunla ilgili olarak anlatılan elma hikayesi, kırk yıl yatsının abdestiyle sabahı kılma söylentisi, son iki senem olmasaydı sözü böyle uydurulan menkıbelerdendir. Menkıbe büyük insanların yaşadıkları ahlaki güzellikler olmaktan çıkıp kutsamaya dönüşürse şirke kayması işten bile değildir. Ne yazık ki, özellikle batınî sufiyye buna çokça ihtiyaç duyar. Çünkü üstatlarının büyüklüğünü bir şekilde kabullenip kabul ettirmeleri gerekir ki, insanları onun etrafında tutabilsinler.

Yıllarca bizim bazı televizyonlarımızda hep böyle asılsız menkıbeler Müslümanlara filim olarak izletildi ve halen de devam ediyor. Hakkın, hakikatin, sıdkın, sadakatin ta kendisi olan İslam’ın böyle şeylere ihtiyacı olabilir mi? Bunlar dinin önce yanlış anlaşılmasına, sonra yanlış tanıtılıp başkalarının ondan uzaklaştırılmasına sebep olmaz mı? Bunu yapmanın hainlikten ya da cehaletten başka sebebi olabilir mi? Oysa bu dinin temel özelliği fıtrat ve hayat dini olmasıdır. Müşrikler işte böyle duygularla Resulüllah için, bu nasıl peygamberdir, bizim gibi yollarda yürüyor, yiyor içiyor demişlerdi.

Kısaca yalanın her türlüsünü yasaklayan bir dinin, kendisinin savunulması için yalana müsaade edeceği düşünülemez. Bu çok daha kötü bir yalandır. Belki de bu sebeple Resulüllah Efendimiz (sa) ‘kim bile bile benim adıma yalan söylerse cehennemdeki yerine hazır olsun’ buyurmuştur.