Geçtiğimiz haftalarda felsefecilerle başlattığımız tartışmayı bu hafta da sürdüreceğiz. Ama bu kez konu ve kişi değişiyor. Mektepli olan felsefeci Ahmet Aslan demiş ki: “Din haklar vazetmez, görevler yükler.” Bu ifadenin sahibi din ve Tanrı’yla ilişkisini anlattığı bir videoda üç dönemi olduğunu belirtiyor. “Urfa yılları”nda dini inançlarına ve Tanrı’ya bağlı, mutlu-mesut bir yaşam sürer. Sonra Türkiye’nin “Batısı”na gelir ve burada felsefe okur. Bu yıllarda din ve Tanrı’yı sorgulamaya başlar. Tanrı’nın neyi neden böyle ve öyle yaptığı şeklinde bir sorgulamakla vakit geçirir. Üçüncü döneminde ise, şunu anlar: Din ve Tanrı benim sorularıma cevap verecek bir otorite değildir. Artık bir “yetişkin” olarak Tanrı’yla arasına mesafe koyar. Ahmet hocanın hikâyesi, tam da gelenekçi ve felsefe karşıtı kesimlerin iddialarını teyit edecek bir yaşam öyküsüdür. Bu kesime göre insan felsefeyle meşgul olursa, zaten bundan başka bir şey de olmaz. Felsefe insanı çıkmaza sokar. Din ve Tanrı hakkında insanı inkârcı kılar!
Ben kendi adıma konuşacak olursam, felsefe ile din arasında bir karşıtlık görmüyorum. Felsefe tarihinde dine inanan filozoflar ve felsefeciler olduğu gibi, ateist ve agnostik filozoflar da olagelmiştir. Felsefe içinde dinle uyumlu görüşler olduğu gibi uyumsuz görüşler de olabilir. Bütün bunlar felsefe ile din arasında tanım gereği bir karşıtlık olmadığı gibi tanım gereği her zaman da uyumlu olacak bir durumun olmadığını göstermektedir. Ama daha önemli bir husus şudur: Felsefe, sadece felsefe tarihi ve bu tarih içinde üretilmiş fikirler yığınından ibaret değildir. Felsefe bir bakış açısı ve zihinsel bir tutumdur. Felsefi bir zihin her şeyi temel kabuller ve ezberler açısından sorgular ve inançları temellendirilmiş gerekçeler üzerine kurar. Bu anlamda felsefecinin imanı ile sıradan insanların imanı aynı değildir. Felsefecilere göre sorgulanmamış bir iman, iman değildir!
Şimdi, yukarıda Ahmet hocanın sarfettiği sözüne gelirsek, alaylı felsefeciyle ortak olduğu bir noktayı eleştirerek başlamak gerekir. “Din haklar vazetmez, görevler yükler” söylemi büyük bir genellemedir, ben böyle bir ifadeyi duyduğumda hemen şunu sorarım: “Hangi din?” Bunu sormamım bir gerekçesi de şudur: Ben “din” denilince, sadece vahyi-nebevi dinleri anlamıyorum, dünyada bugün ve geçmişte bir sürü din varolagelmiştir. Genelleme yaptığımızda tüm bu dinleri incelemiş olmak ve tümevarım yoluyla bir sonuca ulaşmış olmak gerekir. Ahmet hocanın böyle bir çalışma yaptığını veya görüşlerini böyle bir araştırmaya dayandırdığını sanmıyoruz.
İkincisi; benim din tanımımda insana hayat yönergesi çizen her sistem bir dindir. Bir dinin illa hak din olması gerekmez. İslam’a göre dinler “hak” ve “batıl” dinler diye ikiye ayrılmıştır, ama netice itibariyle batıl dinler de birer dindir. Kur’an’daki din kavramı genel ve evrensel bir tanımı esas alır. Eğer Ahmet hoca, bu tanım çerçevesinde modern sistemlerin ve ideolojilerin de haklar vazetmediğini ve sadece görevler yüklediğini söylüyorsa, buna da katılmamız mümkün değildir.
Biz onun bu kadar evrensel bir din tanımından hareket etmediğini, “din” derken aslında “İslam”ı kastettiği fikrinden hareket ederek bir eleştiri yapacağız. Din, ilk etapta ve ilk gözlemde yasaklar vaz eder. İslam’da da haramlar vardır. Biz buradan hızla dinin “yasakçı” olduğuna hükmederiz. Ancak bu hüküm çok aceleyle verilmiş ve asla sorgulanmamış bir fikir olduğundan, felsefi anlamda hiçbir kıymet ifade etmez. Felsefi bir sorgulama yaptığımızda ilk gözlemde görünenin aksine dinin yasaklar değil, özgürlük vazettiğini söyleyebiliriz. Dinde, yani İslam’da yasaklar istisna, özgürlükler asıldır. Başka bir deyişle sınırlı sayıda yasaklar dışarda bırakıldığında, din bize geniş bir özgürlük alanı sunar. Özgürlükler pek çoktur, bunların sayılması imkânsızdır, oysa yasaklar sınırlıdır ve bunlar sayılabilir. Bu nedenle olsa gerek ki, Kur’an yasakları sayıyor ve bunun dışında insanı serbest bırakıyor.
İslam’ın özgürlükçü bir din oluşunu fıkıh çok güzel bir formülasyonla özetlemiştir: Eşyada aslolan ibahedir! Yani şeylerde esas olan özgürlük ve serbestliktir. Temel kural budur. Bu temel kural, Mecelle’de “Masumiyet ya da dokunulmazlık, temel ve öncelikli bir ilkedir” (MADDE 8) şeklinde ifade edilmiştir. Eşyada serbestliğin ilke olmasını, İslam hukukçuları Kur’an’daki bazı ayetlerden çıkarsamışlardır. A. Zeydan bu konuda şu iki ayeti ve bir hadisi nakletmektedir.
“Yerde olanların hepsini sizin için yaratan O’dur.” (Bakara, 2:29)
“De ki: Allah’ın kulları için çıkardığı ziynetleri ve tertemiz rızıkları kim haram kılmıştır? De ki: Bunlar, bu dünya hayatında inananlar içindir, kıyamet gününde de yalnız onlara mahsustur.” (A’raf, 7:32)
“Helal, Allah’ın kitabında helal kıldığı, haram da kitabında haram kıldığıdır. O’nun susup da bir şey söylemediği ise bağışlanmıştır.” (Hadis)
Özgürlükler kadar haklar mevzu da dinde sorgulanmamış gözlemlere dayanır. Din, doğrudur insana Tanrı ve hemcinsi karşısında yükümlülükler koyar. Din, insanı sorumlu kılar. Tanrı, insanı yeryüzünü idare etmekle, yani yeryüzünde halife olmakla görevlendirmiştir. Tevrat’taki 10 emir, insana Tanrı ve hemcinsi karşısında sorumluluk yükleyen emirlerden ibarettir. İncil’de iki temel yasadan biri Allah’ı, diğeri de komşunu kendin gibi sevmendir. Müslümanlıkta her Cuma günü imam konuşmasını şu ayetle bitirir: “Şüphesiz Allah, adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara yardım etmeyi emreder; hayâsızlığı, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.” (Nahl, 16:90).
Fakat bu emir ve görevler üzerine bina edilmiş söylem, dinde terazinin sadece bir kefesini anlatır. Diğer kefesinde insana verilmiş haklar vardır. Peki, haklar nelerdir ve temeli nedir? Nebevi dinlerde hakların ve sorumlulukların temeli misaktır, yani sözleşmedir. Kur’an’da misak, “ant”, “antlaşma” ve “söz” anlamında 25 kez geçmektedir. Bilindiği üzere Tevrat, “Eski Ahit”, İncil ise “Yeni Ahit” olarak anılır. Tanrı insanlara, peygamberlere ve toplumlara söz vermiştir, onlarla sözleşme yapmıştır ve sözünde sadıktır. Peygamberler de kendi toplumlarıyla ve başka toplumlarla sözleşmeler yapmışlardır. Hz. Muhammed hicret öncesinde Akabe Beyatlarını, hicret sonrasında ise Medine sözleşmesini yapmışlardır. Yine peygamber ve sonra gelen halifeler komşu ülke ve halklarla sözleşmeler yapmışlardır. Bu sözleşmeler karşılıklı olarak verilmiş vaatlerden ibarettir ve karşılıklı olarak korunurlar.
Tarihte insanlığın ilerlemesinde antlaşmalar ve sözleşmeler önemli bir rol oynamıştır. Sözgelimi köleliği fesheden anlaşmayla birlikte uluslar, savaş esirlerini köleleştirmekten vazgeçmişlerdir. Oysa geçmişte savaşan asker ve bazen de siviller önce esir alınıyor, sonra da köleleştiriliyordu. Bu karşı tarafın yaptığı bir işlem ise, siz “karşılıklılık” ilkesi gereğince aynı şeyleri yapıyordunuz. Müslümanların tarihte köleliği kaldıramamasının da temel sebebi bu olmuştur. Uluslararası ilişkiler ve bu ilişkileri düzenleyen geleneksel kurallar, Müslümanların tekyanlı olarak köleliği kaldırmasını engellemiştir. Daha sonra da Müslüman sultanlar köleliği adeta normalize etmişlerdir.
İslam hukuk bilginleri, tümevarım yöntemiyle tikel ilkelerin maksatlarını beş temel hak çerçevesinde formülasyona bağlamışlardır. İslam’da temel haklar (ya da zorunlu haklar) şunlardır:
İslam hukukçusu İmam Şatıbi, bu zorunlu haklara iki halka daha eklemiştir: Tamamlayıcı ve estetik haklar. Bu eklemeler, İslam hukukunda haklar sisteminin geliştirilmeye açık olduğunu göstermektedir. Müslümanlar, pekâlâ yeni bir sistemleştirme yapabilirler, nitekim bu alanda bazı çalışmalar da olmuştur.
Müslüman dünyadaki haklar ve özgürlükler meselesi, Batı dünyasından farklı olarak gelişmiştir. Bizde haklar ve özgürlükler verilmişken, Batı dünyasında kazanılmıştır. Nitekim ilk insan hakları belgesi olarak sunulan Magna Carta, 1215 yılında İngiltere Kralı’na kabul ettirilen bir bildiridir. Geçen yüzyılda Birleşmiş Milletler’in dünyaya deklare ettiği Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi’ni, Eleanor Roosevelt bütün insanlık için bir “Magna Carta” olarak tanımlamıştır. Müslüman dünyada hakların elde ediliş şekli, belirli bir zafiyet noktası da oluşturmuştur. Mücadeleyle elde edilmemiş olan haklar, baskıcı yönetimler tarafından da kolayca geri alınmıştır.
Özetleyecek olursak, felsefeci Ahmet Aslan’ın söylemi hem genelleyici hem de sorgulanmamış bir fikir olması bakımından ciddiye alınacak bir söylem değildir. Bu tür söylemler onun felsefi kimliğini ve birikimini tartışmalı duruma sokmaktan başka bir işe yaramaz.
Kaynak: Farklı Bakış