Her Cuma hutbesinde Allah´ın müminlere ?adalet ve ihsan?la (iyilik) davranmayı emrettiği bin dört yüz yıldır belirtilmektedir. Peygamberimizden ve başta Hz. Ömer olmak üzere âdil halife ve hükümdarlardan birçok kıssalar anlatılarak toplumumuzda köklü bir adalet ve hakkaniyet kültürü oluşmuştu. Tarihte birçok zulmü ulemanın önlediği, en azından direnenler, İmam-ı Azam gibi hapishanede işkencelere göğüs gerenler olduğu bilinmektedir.
Fakat bu, tarihî madalyonun bir tarafı olduğu gibi, AK Parti döneminde yaşanan ağır hukuk sorunlarının bu toplumsal güveni hayli sarstığı da bir gerçektir. Nitekim birçok samimi din âlimi ?dinin ahlaki içeriğinin boşaldığından? yakınıyor.
MUAVİYE TECRÜBESİ
Bugün bu konuyu yazmamın sebebi, dostum Ahmet Taşgetiren´in dünkü yazısıdır. Yaygın mağduriyetlerden örnekler veren Taşgetiren bu tabloyu dini açıdan Hayrettin Karaman ve Faruk Beşer´e, hukuki tarafını da bana sormak istediğini yazdı.
Mesele fevkalade önemli olduğu için ben de vesile sayıyorum.
Dindar insanın elbette âdil ve hakkaniyetli olması, kul hakkından ve hatta kalp kırmaktan sakınması gerekir. Fakat tarih gösteriyor ki güç hırsı, öfke, intikam duygusu gibi çok kuvvetli beşerî dürtüler dindar insanlardan da zalimler çıkarabilmektedir.
İşte Hz. Ali´nin meşru hilafetine Muaviye´nin isyan etmesinin tek sebebi güç dürtüsüydü. Cevdet Paşa, Muaviye´nin bu tutkusunu ?sevday-ı emaret? (baş olma sevdası) olarak tanımlar.
Muaviye, Cuma hutbelerinde Hz. Ali´ye ve taraftarlarına hakaret eden konuşmalar yapılması için emir vermişti. Kendisinin yüceltilmesi için de ezana ?esselamu aleyke ya emîrül müminin? ibaresini eklettirmişti!
Büyük sahabeden Hucr bin Adiy, Hz. Ali efendimize hakaret etmeyi reddetmiş ve öldürülerek susturulmuştu.
Bunları önleyecek kurallar ve kurumlar yoktu.
Tarihin o çağlarında hiçbir toplumda bu çatışmaları kurallara bağlayarak çözümleyecek hukuk kurumları gelişmemişti.
?MUNTAZAM DEVLET´
Osmanlı tarihinde şehzade isyanlarında çok kan aktığını, şehzadelerin ?siyaseten katl? edildiğini, ancak devlet kurumlaşıp, veraset usulünü ?en yaşlı olan şehzade? kuralına bağlayınca bu feci adete sona erdiğini hatırlamalıyız.
Tanzimat´la birlikte her konuda modern anlamda kanunlar çıkarılarak, Danıştay, Yargıtay, Sayıştay ve bakanlıklar, sonra da parlamento gibi kurumlar oluşturuldu. Bunlar Osmanlı´nın ?kurallar ve kurumlar? devleti haline gelmeye çalışmasının örnekleriydi.
Cevdet Paşa ?devlet-i muntazama? (düzenli devlet) diyordu.
Cumhuriyet´in de kurucu kurumları bunlardır.
Tarih bize gösteriyor ki, yöneticilerin sübjektif nitelikleri değil, devletin bir ?kamu hukuk kurumu? olması önemlidir.
Güç mücadelesinde daha kanlı çatışma ve zulümlerin yaşandığı Batı´da, sosyal gelişme daha hızlı olduğu için, 18. Yüzyılda ?Kuvvetler ayrılığı? felsefesi gelişti. Çünkü liberal düşünür Lord Acton´un deyişiyle ?güç bozar, mutlak güç mutalaka bozar?dı. Güçlerin birbirini denetleyip dengeleyecek şekilde ayrılması, devletin buna göre yapılandırılması lazımdı...
TÜRKİYE´NİN HUKUK SERÜVENİ
Bizde bu felsefenin öncüleri Tanzimat devrinde Namık Kemal ve Münif Paşa, Meşrutiyet devrinde Babanzade İsmail Hakkı Bey, Cumhuriyet devrinde Ahmet Ağaoğlu ve Ali Fuat Başgil gibi isimlerdi.
Fakat tarihte büyük badirelerin, sert kültürel çatışmaların içinden çıkıp geldiğimiz için siyasi ideolojiler ve güç tutkusu her devirde hukuku bastırdı.
Uzun süre İslamcılar ve bütün kesimler ?bizden? olanların daha iyi yönetici olacağını zannettik, bu yüzden kavgalarımız şiddetli oldu.
Halbuki sorun ?kim?? sorunu değildi, ?nasıl?? sorunu idi, yani devletin temel hukuk kurallarına göre yönetilip yönetilmemesi?
Bugün yaşadığımız baskı ve hak ihlallerinde olduğu gibi iktisadi krizin de en önemli sebebi kuvvetler ayrılığının daralmış, hukuk kurumlarına güvenin hayli sarsılmış olmasıdır.
İşte, ?devlet-i muntazama? özlemimiz hâlâ uzaklarda.
Şunu görmeliyiz: Ülkelerin iyi ve âdil yönetilmesi ancak hukukun üstünlüğünü, kuvvetler ayrılığını, yargının bağımsızlığını, hak ve hürriyetleri gerçekleştirmekle mümkündür.