Batı’da geliştirilen sekülerlik teorisi ya da “görünmez din” teorisi Türkiye gerçeğini ne kadar açıklar?
Anayasaya biraz geç konmuş olsa da, Türkiye’nin kurucu babaları ve onların izleyicileri Türk devletinin “laik” niteliğine hep vurgu yapageldiler. Batı’da laikliğin olması için tarihsel, toplumsal ve kurumsal bir vasat vardı. Kilise ve devlet arasındaki ilişkileri kopardılar ve Avrupa’ya laiklik böyle geldi. Bizde böyle bir vasat olmadığı halde Cumhuriyetin kurucuları bir yandan tarihsel İslam’ın siyasal kurumları olan hilafet ve saltanatı kaldırırken, diğer yandan da Osmanlı’nın sivil kurumlarını (hukuk, medrese, tekke, zaviye ve türbeler) tasfiye ettiler. Fakat devrimlere zıt bir mantıkla, önce 3 Mayıs 1920 tarihinde Şer’iye ve Evkaf Vekâleti adıyla bir Bakanlık kurulmuş, sonrada bu kaldırılarak yerine 3 Mart 1924’te kurulan Diyanet İşleri Reisliği konulmuştur. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın görevi, kuruluş kanunu olan 429 sayılı Kanun’da “İslam dininin itikat ve ibadet alanıyla ilgili işleri yürütmek ve dini kurumları idare etmek” şeklinde ifade edilmiştir.
Ortada tuhaf bir durum olduğu açıktır: Bir yandan tüm geleneksel kurumlar tasfiye edilirken, diğer yandan da dini temsilen bir kurum oluşturuluyor ve devlete bağlanıyor. Avrupa’da laiklik gereği Kilise, devletten ayrılırken; bizde kilise benzeri bir kurum oluşturuluyor ve bu da devletin bir parçası haline getiriliyor. Ve buna da laiklik deniliyor!
Kurucu kadrolar, gözle kaş arasında iki devrim birden yapıyorlar. İlk olarak İslam’da olmayan kilisevari bir kurum oluşturuyorlar. “Kilisevari” diyorum, çünkü bu kurumun görev tanımına bakılacak olursa “İslam dini”nin sadece “itikat ve ibadet alanı”yla ilgili işleri yürüteceği söyleniyor. Yani bununla İslam’ın diğer alanları (ahlak ve muamelat) dışlanmış oluyor. Dinde böyle bir ayrım yapılabilir mi? Yapılacaksa bunu yapmak siyasi kadroların mı görevidir?
İkinci olarak bu kilisevari kurumu devletin bir organı yapıyorlar. 1937 yılında “laiklik” ilkesinin anayasaya girmesinden sonra da, bu yapı hiçbir zaman tartışılmıyor. Tek parti döneminde bunu yapmak belki zordu ama çok partili sisteme geçtikten sonra da bu pek sorgulanmıyor. Bununla birlikte 1965 tarihinde yürürlüğe giren 633 sayılı “Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun”la, Başkanlığın görevleri noktasında önemli bir açılım getirildi, İslam dininin ahlâk alanıyla ilgili işleri yürütmek de görevleri arasına eklendi. Kanunda Başkanlığın görevi, “İslâm dininin inanç, ibadet ve ahlâk esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek” şeklinde yeniden ifade edilmiştir.
Demek ki 1965 tarihine kadar İslam’ın ahlak vazeden bir din olduğu hiç kimsenin aklına gelmiyor ve bu tarihte ne olduysa birden, başında Suat Hayri Ürgüplü’nün olduğu bir koalisyon hükümeti döneminde Diyanet’in vazifelerine ahlak ilkeleri hakkında aydınlatma yapma da ekleniyor.
Diyanet dışındaki tüm kurum ve kuruluşlar yetkisiz kılındığı ve hatta başından beri yer altına itildiği için Türkiye’de, Thomas Luckman’ın ifadesiyle “görünmez din” olarak tanımlayabileceğimiz bir alan oluştu. Bu görünmez din alanına tarikatlar ve Kur’an kursları başta olmak üzere pek çok kurum ve kuruluşlar eklendi. Türkiye’de görünmez dinin, bir başka deyişle resmi Diyanet karşısında sivil İslamın üç ayrı evresinden bahsedebiliriz. Tek parti dönemini sivil dini kurumların tasfiyesi ve yer altına itildiği ilk aşama olarak görebiliriz. Bu dönemde takipler, kavuşturmalar ve bastırmalar söz konusudur.
1950 yılında çok partili sisteme geçince ve devletçilikten ödün verilmeye başlanınca Türkiye’de yeraltına çekilmiş olan dini grup ve akımlar kısmen serbest bir döneme giriş yaptılar, ama gerçek anlamda bir özgürlük söz konusu değildir.
1970’lerin başında Milli Nizam ve Milli Selamet Partilerinin kurulmasıyla, siyasette, yeraltına çekilmiş grupların bir kısmının temsil haklarına kavuşmuş, bunun yanında sağ partiler muhafazakâr ve dindar kesimin oylarını Necmettin Erbakan’a kaptırmamak için söz konusu kesime göz kırpmaya başlamıştır. Bu arada yetmişlerde İslamcı bir aydın kesimin ortaya çıkması ve Müslüman-dindar kesimin taleplerini ifade etmeye başlaması önemli bir gelişme olmuştur.
Yetmişli yılları, yeraltına itilme ile yeraltından çıkma süreci arasında bir geçiş aşaması olarak görebiliriz. Nitekim 80’li yıllarda bir yandan askeri darbecilerin sağ ve solun uç kesimlerini bastırmış olmaları, diğer yandan da sivil siyasete geçişle birlikte, dindar-Müslüman kesime yakın bir ismin (Turgut Özal) başbakan olması dini grupları ve akımları cesaretlendirmiştir. Artık yeraltından yerüstüne çıkma zamanı gelmiştir! “Gizli din”, seksenli ve doksanlı yıllarda kamusal alanda görünür olmaya başlayınca, bu kez Türkiye bir laik ve anti-laik kutuplaşması baş göstermiş ve uzun yıllar devam etmiştir. Gizli dinin görünür olması en fazla kendini başörtüsü, İslami dergiler, gazeteler, dernekler ve vakıflar şeklinde göstermiştir.
Doksanlı yıllardan günümüze siyaset ve toplum katmanında neler olduğunu benim kuşağım kadar doksanlı yılların başında yeni doğan kuşaklar da izleme ve tecrübe etme imkânı buldu. Refah Partisi’nin önce yerel yönetimlerde, sonra da merkezi yönetimde iktidar olması, 28 Şubat süreci ve Milli Görüş’ün farklı partilere bölünmesi ve nihayet AK Parti’nin 2000’li yıllarından başında iktidar olmasıyla başlayan yeni süreç.
Şimdi Cumhuriyet döneminde din, laiklik ve sekülerlik açısından neler oldu diye bakacak olursak gelişmeleri bazı maddeler halinde şöylece özetlemek mümkündür:
* Cumhuriyet başından beri laikliği yanlış anlamış ve yanlış uygulamaya koymuştur. Laiklik, Batı’da olduğu gibi kilise-devlet ayrılığı şeklinde değil, kilisevari bir kurum oluşturarak ve onun yoluyla dini kontrol etmek olarak anlaşılmıştır.
* Resmi İslamı temsil eden Diyanet kurumu dışındaki dini grup ve cemaatler baskı altına alınmış ve yeraltında “görünmez” bir din alanı oluşturulmuştur. Daha sonraki süreçlerde görünmez din, görünür din olarak karşımıza çıkacaktır.
* Devlet, laiklik adıyla gerçekte sekülarist politikalar uygulamıştır. Bu bakımdan Türkiye modeli, laiklik ve sekülerlik kavramlarıyla tam olarak ifade edilemeyecek özgün bir uygulama ortaya koymuştur. Devlet eliyle toplumu dini etkilerden arındırmayı hedefleyen bu politika, herhalde hiçbir Avrupa ülkesinde bilinen bir şey değildir. Batı’da devlet laiktir, toplum da zaman içinde kendisi sekülerleşmiştir.
* 2000’li yıllarda din-devlet ilişkisi, yeni bir sürece girmiştir. Ak Parti ilk iki döneminde çeşitli açılımlarla devlet ile toplum arasındaki çatışmayı ortadan kaldırmaya yönelmiştir, ancak ne din politikası ne de Kürt politikaları açısından bu süreç tamamlanmış değildir.
* 15 Temmuz FETÖ kalkışması, Türkiye’de hem siyasetin hem de toplumun kimyasını bozmuştur. Devlet, bu kalkışmayı ve terörle mücadeleyi bahane ederek toplum aleyhine devlet gücünü artırmaya ve daha da önemlisi merkezileştirmeye başlamıştır. Son iki yılın konusu olan küresel pandemi de, otoriterleşme eğilimlerini güçlendirmeye katkı sağlamıştır.
* Bugün Türkiye’de dini gruplar ve cemaatler, hala ontolojik bir güvensizlik duygusu içinde yaşamaktadırlar. Cumhuriyet, kuruluş döneminin kodlarına geri dönmektedir. Siyasi söylemler ve medya söylemleri toplumu değil, devleti yüceltmeyi hâkim bir söylem haline getirmişlerdir. Tarihi diziler de bu sürece ciddi bir katkı sağlamaktadır.