Mete Çamdereli’nin tespitleriyle, medya bir din, uzamı da kendisinden ibaret olduğuna göre, onun içine çektiği ya da faaliyetine kattığı her şeyin bu dine ve uzama hizmet etmesi kaçınılmazdır. Zira temsil esaslı medyada, temsilî olmayan bile bir temsile dönüşür; temsilsiz olan kendi temsilsizliğini medyatik temsilin içinden ancak görünürlüğe sunabildiği için o süreçte zorunlu olarak kendisi de bir temsil nesnesi hâline gelir.
Anlaşılması ilk bakışta biraz zor görünen bu ifadeleri, asıl konumuz olan dinî objelerin iftar ve sahur programlarına mahsus stüdyolarda dekoratif birer nesne olarak kullanılmaları üzerinden şöyle açabiliriz:
Dinî yayın stüdyolarının hacmine ve dekor tarzına uygun olarak, ahşap ya da metalden imal edilmiş üç boyutlu Lafz-ı Celâl, Hz. Muhammed (sav), elif, vav, hû, hüve, hiç, aşk, besmele, kelime-i tevhid vb. yazıların esası hüsn-i hattır.
Hüsn-i hattın kaynağı ise Kur’an’dır, yani İslam yazısıdır.
İlk mushafların yazma tarzı kufîdir ve grafik uygulamalara da elverişli olan bu tarz, ilk mushaf yazısından bugüne kadar geliştirilecek olan diğer tarzların temelidir.
Kur’anî bir kelime olan (sun’) sanatın “bir işi güzel, uygun ya da mükemmel şekilde yapma; bir başkası için yapılan hayırlı iş” anlamları gereğince, sanat ya da sanatlı olarak nitelenen hüsn-i hattın, salt hat olarak sikkelerden, muhtelif kaplara, silahlara, kılıflara, sandıklara, rahlelere, kitap ciltlerine, minyatürlere… işlenmek suretiyle gündelik hayata katıldığı malumdur.
Ahmet Soysal’ın Hüsnühat adlı kitabından (Norgung Yayınları, İstanbul 2004) da yardım alarak, –hattın değil– hüsn-i hattın kimi niteliklerini ilk etapta şöyle belirleyebiliriz:
-Hüsn-i hat, okunan şey olarak hatta, hem bakılan hem de okunan şey olarak özelleşir ve dolayısıyla bakıldığında okunmayan, okunduğunda bakılmayan, bu yanıyla lafzı, seyri ve manayı hem ayrı ayrı hem de müşterek düzeyler olarak sunma özelliğine sahiptir.
-Genel manada hat, soyut ve bu yanıyla sanata konu olan soyutluğu bakımından keşfîdir; hüsn-i hat ise kaynağı (harfleri) nedeniyle ilahî olduğu için soyuttur. Bu özelliğiyle hüsn-i hat soyut tefekkür yoluyla anlaşılmayı gerektirir.
-Hüsn-i hattın nesnelerle bir temsil ilişkisi yoktur, harflerinin kendisine mahsus bir haysiyeti (şekli) vardır ve modeli hattatının ruhunda verilidir.
-Sanat esasında güzelliği varlığa değil, Allah’a has kılar.
-Okunmasa bile kutsiyetle bağının olduğu var sayılır.
-Allah ve Peygamberi’nin gösterdiğini göstermeyi üstlendiği için kendisi ayrıca bir imge üretmez.
-Hüsn-i hattın yegâne vatanı dindir.
Bir kısmını yukarıda zikrettiğimiz yazıları, dini obje tanımlı olarak –niyeti ve maksadı ne olursa olsun– bir heykel hâline getirdiğimizde ne yapmış oluruz?
Temsilsiz olandan bir temsil üretmiş; soyut tefekkürü somutlaştırarak dünyevileştirmiş; ilahî olanı beşerî bir düzeye indirerek, lafz, seyr ve mana katlarını ortadan kaldırmış; güzelliği nesneye bağımlı kılmış; kutsiyetle ilişkisini profanlığa peşkeş çekerek imgeleştirmiş ve hüsn-i hattı asıl vatanından kovmuş oluruz.
Bu olumsuzlukları yüklenen heykeli ya da heykelleri, bir dinî yayın stüdyosuna koyduğumuzda ise, artık onu dinî bir obje olmaktan da çıkartıp doğrudan putlaştırmış oluruz.
Nasıl?
İbnü’l-Kelbî (ö. 204 / 819), cahiliye devrindeki putlaştırmayla ilgili olarak şu bilgileri nakletmektedir:
“İbrahim’in oğlu İsmail (Allah’ın selamı ikisine olsun) Mekke’ye yerleştiğinde pek çok çocuğu oldu ve bunlar Mekke’yi doldurarak Amâlikalıları oradan sürdüler, aynı zamanda Mekke kendilerine de dar geldi ve aralarında harpler düşmanlıklar çıktı. Bir kısmı diğer bir kısmını sürdüler; sürülenler, ülkede yayıldılar, yeni geçimlikler aradılar.
Onları putlara ve taşlara tapmaya sürükleyen sebep şu oldu: Mekke’den uzaklaşan bir kimse, Kabe’ye saygısından ve Mekke’ye olan derin bağlılığından ötürü, yanına kutlu bölgeden bir taş almaksızın uzaklaşmazdı. Nerede konaklarlarsa onu bir yere koyarlar ve tıpkı Kâbe’yi tavaf ettikleri gibi kendilerine uğur getirsin diye, saygı ve sevgilerini ifade amacıyla onu tavaf ederlerdi (çevresinde dönerlerdi). Kâbe’ye ve Mekke’ye olan saygıları da devam ediyordu. Hz. İbrahim ve Hz. İsmail’den öğrendikleri üzere haccediyor, umre yapıyorlardı.
Bu davranışları onları, gitgide, hoşlarına giden şeylere tapmaya götürdü, asıl dinlerini unuttular; İbrahim’in ve İsmail’in dinini başkasıyla değiştirdiler. Putlara taptılar ve kendilerinden önceki toplumların durumuna düştüler.”
Nasipse sonraki yazımızı İbnü’l-Kelbî ile sürdüreceğiz.