Türkiye’de din konuşmak zor mesele… üzerine araştırma yapsak, sanırım en fazla konuşulmaya çalışılan ama en fazla boğulan konu budur. Konunun bir yanında dini referans alanlar diğer tarafında ise seküler, laik kesimler bulunuyor. Bu tarafgirlik içerisinde doğal olarak herkes, kendi aidiyet duyduğu ya da varlığı için gerekli gördüğü tarafın yılmaz savunucusu olarak konuşma yerine itham, kavga, reddiye içinde boğuluyoruz ve elimizde gerginlikten başka bir şey kalmıyor.
Bu konuşmamanın temelinde dinin siyasileşmesi meselesi var. Dinin siyasileşmesi, Türkiye şartları için konuşacak olursak, hem dindar hem de seküler çevrelerin ortak icraatı. Yani genellikle ezber üzere söylendiği gibi, din sadece AK Parti döneminde siyasileştirilmedi, laikler de dinin siyasileşmesinde en az itham ettikleri dindarlar kadar etkililer. Dindarların dinin varlığını kimlik, aidiyet, varlık meselesinin temeline koyduğu kadar laik çevreler dinin yokluğunu-kontrol edilebilirliğini kimlik, aidiyet, varlık meselelerinin temeline koyuyor. Bir diğer deyişle, dindarlar dinin varlığını kendi varlıklarına bağlarken, Türkiye tipi laiklikte dinin yokluğu-kontrol edilebilirliği laikler tarafından kendi varlıklarına bağlanıyor. Sizin varlığınızı bağladığınız bir konu elbette siyasileşir çünkü bu topraklarda siyaset yoğun biçimde ideoloji temelli olarak ve kimlik üzerinden yapılıyor.
Biraz geçmişe bakalım…
Türkiye’de son dönemde çokça eleştiri alan Diyanet, aslında dindar kesimin icraatı değil. Tam aksi laik devletin, ihtiyaca binaen açtığı bir kurum. Hatta ilk etapta “laik devletin” bir kurumu olduğu için Türkiye’deki dindar kesimler mesafeli duruyor bu kuruma. Meselenin arka planında şöyle bir şey var; Türkiye Cumhuriyeti laik bir zeminde kurulurken, öncesindeki Osmanlı İmparatorluğu gibi yönetimde dini referans alan bir yapı ile tüm bağlar kopartılmak isteniyor; o dönem için kısmen anlaşılabilir bir durum. Ama maalesef bugün, bir asır sonra bile temel varlık meselesi olarak ele alınıyor. Madalyonun diğer yönündeki dindarlar için de durum böyle, onların az sayılmayacak bir kesimine göre laiklik, Türkiye tipi dini kamusal alandan içeri almayan laiklik, kendi varlıkları için bir tehlike. Sonuçta her iki kesim de birbirlerini tehlike olarak görürken, merkezinde din olan bir kurumu kendileri gibi olduğunda icat ediyor, makbul görüyor ancak kendileri gibi olmadığında yerden yere vuruyor. Aynı Türkiye’de laiklik baskıcı şekilde uygulanıyorken dindar kesimin Diyanet’e mesafeli olması, laiklerin Diyanet’le sorunu olmaması; ancak dini referans aldığını iddia eden bir iktidar döneminde, Diyanet’e pozitif ayrımcılık yapıldığında daha önce kuruma mesafeli olan dindar kesimin de kuruma sahip çıkması gibi. Yani sorun Diyanet değil, Diyanet’in “kimin olduğu”.
Türkiye’deki 10 ili etkileyen, yaklaşık 40 binden fazla insanın hayatını kaybetmesine neden olan deprem acısının ortasında da maalesef din, Diyanet, dindar, İslami STK tartışmalarını gördük. İslamcı STK’lar facianın ilk anlarından itibaren bölgede olmalarına rağmen bölgede olmamakla itham edildi. “Entarili, sarıklılar nerede…” gibi nefret söylemiyle ilişkili ifadeler kullanıldı. En son depremzedeler konusunda verilen bir fetva sonrası yine Diyanet tartışıldı.
Ne oldu?
“Diyanet Başkanlığı fetva sitesinde ‘Depremzede çocuklar evlat edinilebilir mi?’ sorusuna verilen yanıtta ‘Dinimizde kimsesiz çocukların bakım ve gözetilmesi tavsiye edilmiş olmakla birlikte hukukî birtakım sonuçlar doğuran bir evlatlık müessesesi kabul edilmiş değildir. Buna göre, evlat edinenle evlatlık arasındaki bu ilişki sebebiyle bir evlenme engeli doğmadığı gibi, evlatlığın kendi öz anne babasının yerine, evlat edinenlerin nesebine kaydedilmesi de caiz değildir’ ifadeleri tepki topladı.”
Meseleyi, muhalif bir yayın olan Cumhuriyet Gazetesi’nden alıntıladım zira tepki veren kesimlerden biriydi, hem olayın detaylarına hem de olay sonrası Diyanet’in yaptığı açıklamaya şuradan (https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/diyanet-tepki-ceken-depremzede-cocuk-fetvasini-boyle-savundu-baglamindan-koparildi-2052913 ) ulaşılabilir. Diyanet’in açıklamasını alıntılamadım zira kendisini açıklayabilecek her imkâna sahip bir kurum.
Bu fetvadan sonra Diyanet’e ciddi şekilde tepkiler geldi. Deprem gibi bir afetten sonra verilen fetvada evlilik gibi bir mevzunun geçmesi, ahlaki bulunmadığı için eleştirildi. Bu eleştiriler konusunda haksız olunmadığını düşünüyorum. Zira binlerce insan hayatını kaybetti, insanlar, vefat etmiş çocukları yanlarında yatarken aç, susuz ve üşüyorken kurtarılmayı bekliyordu. İşte böyle bir durum karşısında bu konuyla ilgili “şuna şu şekilde nikâh düşer, düşmez” denmesi tepkiyle karşılandı. Aslında gelen tepkiler, İslam hukuku ya da fıkıh dediğimiz alanın problemlerinden birine işaret ediyordu. Ahlaki yönü de olan fıkıh gibi bir alan, Müslümanların kendi çalışmaları ile sadece ameli boyuttan ibaret bir hale getirildi. Oysa Diyanet’in eski başkanlarından Ali Bardakoğlu’nun da işaret ettiği gibi aslında fıkıh ve ahlak arasında ayrılmaz bir ilişki vardır ancak fıkhın ahlaktan azade bir şekilde kurallar bütünü olarak ele alınması sonrası ahlak yönü geri plana itilmiştir. Bu da fıkhı sorun çözücü olmaktan çıkarıp problem üreten bir alana çevirmiştir. Fıkıh bu şekilde ele alınınca da maalesef fetva hatları insanın erdem, ahlak beklentisini göz ardı ederek makine gibi fetvaları sıralar ve ortada depremin ağır etkisi varken insanlar da haklı olarak bu tutuma tepki verir.
Evet, İslam’da koruyucu ailelik, evlat edinme, namahremlik, nikâh gibi konular Kuran ve sünnete bağlı olarak belirlenmiş. Bu, -beğenirsiniz beğenmeziniz o sizin kendi takdiriniz- İslam’ı kabul etmeyen kişileri bağlayan bir durum değil, ancak dindarları bağlayan bir durum ve yaşamları içerisinde karşılarına çıkan mevzulara din içerisinden cevap bulmaya çalışıyorlar. Ve bu asırlardır böyle, bugün icat edilmedi. Dolayısıyla son dönemde Diyanet fetvalar uydurmuş gibi yapmanın bir alemi yok ancak Diyanet’in de dinin kurallar bütünü olmadığını, İslami ilimlerin sadece fıkıh ilminden ibaret olmadığını öğrenmeye ihtiyacı var.
Evlat edinme, miras, soy bağı gibi konular sadece dini hukukun değil, modern hukukun da meselesi çünkü her tip hukuk insanların düzen içerisinde yaşayabilmesi ve problemlerin çözülebilmesi için oluşturuluyor. Dolayısıyla bu tarz konulara cevap vermek, yeni ortaya çıkan durumlarla ilgili hukukun ne dediğini öğrenme çabasıdır. Yoksa bu kadar acı bir deprem sonrasında kimse haz peşinde, bir şeyleri kotarma peşinde değil. Ancak sorun biraz da maalesef ülkede, sadece Türkiye’de değil dünya çapında da etkili olan oryantalizmin, Müslümanları “şehvet düşkünü, sapkın Orta Doğulular” olarak tanımlamasının oluşturduğu ezberlenmiş nefretten kaynaklanıyor. Tabii bu durumda hep eleştirenler hatalı değil, biz Müslümanların da bu oryantalist yakıştırmalardan kurtulabilmesi için şehvetle ilişkilendirilebilecek konularda insani ve İslami ahlakı gözetmemiz gerekiyor.
Dindarların bu konudaki eksikleri, daha önce de ifade ettiğim gibi, fıkhın-İslam hukukunun ilahi emirlerden oluşmasına rağmen bir diğer yönüyle insan ürünü olduğunun unutulması ve insan ürünü olan fıkhi, ictihadi konulara nas muamelesi yapıp bu tip konuların güncel gelişmeler ışığında yenilenmemesinden kaynaklanıyor. Çünkü “din elden gidecek” korkuları baskın. Aslında laik, seküler kesimler ile dindarlar bu noktada birleşiyorlar ama farkında değiller. İki kesim de birbirlerine “laiklik elden gidiyor” ya da “din elden gidiyor” endişesiyle yaklaşırsa elbette din de siyasileşir, konuşulabilecek konular da birer nefret objesi olarak iki tarafın birbirine bağladığı problem haline gelir. Nihayetinde de geliyor.