-Konuya dair bir değerlendirme-
‘Bugünün mollası, kâfir üreten mümindir..’ (Muhammed İqbâl)
Allah’ın adıyla…
Bir kimseyi, kurumu, çevreyi ve cemaati töhmet altında bırakmadan söylemek gerekirse, maksadın daha iyi anlaşılmasını baz alarak, çok indirgemeci kaçmayacağına kanaat getirip, dünden bugüne, din düşüncesi, onun hakikati karşısında, çoğu kez ona tamamen düşman olarak çıkmış, öyle bir profil sunmuş, çoğu kez de dindenmiş gibi görünüp ona karşı ve hatta çoğunlukla onun argümanlarını ve donelerini kullanmış bulunan sahte yapıya/yapılara, anlayışlara, çok rahatlıkla ‘derin din’ diyebilirdik.
Klasik İslâmî eğitimde karşımıza çıkan ve kısacası ‘tevhid mücadelesi’ olarak vasıflandırdığımız “hak-batıl, tevhid-şirk” vb. tanımlamaları bir açıdan, hak din ile batıl olanın birbirleriyle kıyasıya mücadelelerini de kapsamaktaydı.
Derin dini elde tutan, onu savunan ve onun üzerinden hakk’a karşı çoğu kez gizli ve sinsi bir konumda bulunan taifeye, tarafa da ifsad komiteleri diyebilirdik. Gerçi zaman içerisinde bu ‘ifsad komiteleri’ sözü her ne kadar belli bir bulanıklığa düçar olduysa da, ilgilisi tarafından ne amaç için kullanıldığını ve dahi kullanılacağını bilmekteydi.
Geçmişi bir bütün olarak değerlendirmeden söylersek, derin din ve ona hizmet eden ifsad ekibi, çoğunlukla, işini gizli saklı bir biçimde sürdürdüğü düşünülse ve kısmen öyle olsa da, çoğu kez ifsad işini bir aleniyet, yani açıklık içre yapmaktaydı.
İnsanlık tarihi bunun birçok örneğiyle doluydu.
Bununla birlikte bu iş Hz. Peygamber(s)’in risaleti üstlenmesi sonrasında, özellikle de yönetim olgusunun saltanata dönüştürüldüğü Emevi dönemi ile birlikte derin dinin ifsad komiteleri tarafından gizlilik esas alınarak “İslâmilik” kalıbı içerisinde yapılmaya başlanmıştı.
Öz itibarıyla değil, ama bazı şekilsel donelerden dolayı, gizlilik içerisinde yapıldığı, ne yazık ki çoğu kez anlam dünyasını, düşünce skalamızı vb. kaybettiğimiz için, bizden görünen bu komitenin, kendi insicamımıza yönelik yıkıcı faaliyetlerini ya görememiştik, ya da es geçmiştik.
Bunun adına Süfyanîlik diyorduk. Sadece bu mu? Tabii ki hayır!
Bir de İslâm’ın mesajının kısa bir zaman diliminde birçok coğrafyaya yayılmasının neticesinde, insanların fevc fevc İslam’a girmelerinin getirmiş olduğu birtakım avantajlarla birlikte, birçok dezavantajın da hatırı sayılır bir etkisi olmuştu.
Gerek İslâm’ın bağrından çıktığı, ama o bağrı, almış olduğu görev sonucunda deldiği bilinen Süfyanilik ve gerekse de, İslam’ın yayılması sonucunda, işin içerisine dahil olan/edilen ve görünürde ise sahihlik içerdiği savlanan büyük bir yekûn tutan hurufatın neş’et ettiği Orta Asya, İran ve Hind bölgesinde zuhur edip yüzlerce yıl biz de İslam gibi anlaşılan ve bellenen bir başka Süfyanilikle karşı karşıya kalmaktaydık.
Bunlara ek olarak, Batı’da zuhur eden seküler temelli aydınlanma düşüncesinin beraberinde getirdiği, büyük oranda ateizm temelli, aynı zamanda varlığına şimdilerde tanık olduğumuz paradigmaları da ekleyebiliriz. Ör. Deizm gibi ‘dinî’, sağcılık, milliyetçilik, kapitalizm benzeri seküler ideolojiler…
Bardağın hep dolu tarafına bakmak, ama…
Yukarıda resmetmeye çalıştığımız tabloya baktığımızda, karşımıza çıkan manzaranın pek de iç açıcı olmadığı görülecektir. Gerçi, gözümüzü, bir an o tablodan ayırıp, hatta yumup derin ve etkili bir düşünceye daldığımızda, tablo dışı kalan, ama hakikati içeren, ona yakın duran, onun boyasına boyanan birçok doneyi de görebilirdik.
Ama bu tür manzaraların, yekûn karşısında haliyle az oluşu gerçeği, tablonun ilk oluştuğu günden bu yana çoğu kez bardağın dolu tarafını görmemizi engellediği görülecekti.
Zaten, İslam’ın garip bir şekilde geldiği, garip bir şekilde ‘ilgilisince’ yaşanacağı ve yine, kendine özgü bir gariplik içerisinde gideceği gerçeğini, olan biten göz önüne alındığında, bardağın dolu tarafının görülemeyeceği, daha açıkçası dolu tarafının pek olası olmadığını bizlere öğretmekteydi.
Öyle bir gariplikti ki, insanlık tarihinin büyük evresini, konumuzu anlamak ve günümüzde olan bitene dair söylenmesi gereken sözleri söylemek için istisna kıldığımızda, gariplik olgusuna sığınılarak, dünya hayatının, hiçbir entelektüel çaba sarfedilmeden, var olan düşünce skalasına yönelik bir iyileştirme ve değiştirme ameliyesi işine girişilmeden, ya salt tesbih çekerek Allah’a yönelik olarak yapılması gereken işlerin yapıldığını sanma yanılgısına düşerdik.
Buna mukabil, yanlış dengelemle işin esprisini kaçırarak, aslında dünyaya, ama sunum noktasında ise ukbaya yönelik birtakım çalışmaların mahiyetine bakıldığında, yakın zamanda yapılan tartışmaları da kendi bütünlüğü içerisinde anlamlandırmaya çalışabilirdik.
En başta “günümüz, bir önceki günün bakiyesini barındırır ve elde ettiğimiz bilgi birikimi, bilgi, bilgisizlik ve içerisinde bulunduğumuz ortam dünden miras alınandı” tespitinden hareket ettiğimizde, dünün kendi bütünlüğü içerisinde kendine has bir anlamı bulunduğu kabul edilebilir.
Ama bunlar günümüze yönelik motamot aktarıldığında, sıkıntıların baş göstereceği gerçeği bariz bir şekilde görülmeyi, gözlemlenmeyi, ona yönelik bir tespiti ve çareyi gerektirmekte idi.
Bu meyanda söylemek gerekirse, asl’a bağlı kalarak, insanın, hayatı içerisinde, kendi derdine çare olmaktan giderek uzaklaşan ‘dinî’ söylemin ihya ve tecdid bağlamı içerisinde değiştirilme ihtiyacının bir aciliyeti gerekli kılıyordu.
Ama büyük oranda, eskiye bağlanmanın, eskinin yörüngesinden çıkmamamın, çıkamamanın adeta onları birer nass gibi kabul etmenin sonucu olarak düşündüğümüzde, hiç üzerimize alınmasak da Batı nezdinde vücut bulan seküler aydınlanma düşünce ve eyleminin, aslında İslam’dan ziyade Müslümanların büyük çoğunluğunun sürdürdüğü kupkuru bir fıkıh anlayışına, dolaylı da olsa bir cevap olduğu apaçık ortada durmaktaydı.
Bir de, yine, aydınlanma döneminin birer eseri hükmünde bulunan birçok düşünce akımının, salt dine karşı olmadığını varsaysak dahi, kuru fıkıh anlayışı üzerinden dine, onun değişmez temel kaynaklarının varlığına yönelik olduğunu çıkarsayabilirdik.
Ama maalesef bunu hiç düşün-e-memiştik!
İslam dünyasının, özellikle de Osmanlı’nın, Batı’nın bilim ve teknikte ilerleme kaydetmesine koşut olarak, olan biteni uzun bir dönem görememesi çok büyük bir bedeli de bizlere ödetmişti.
Buna rağmen, bu olan biten karşısında kendini istemeyerek de olsa yenileyen Saray’ın, Tanzimat, Meşrutiyet ve sonucunda da cumhuriyet dönemlerini yaşadığımız, bunları tecrübe ettiğimiz -gerçekten tecrübe edildi mi- halde, bugün yapılan tartışmaların mahiyetine bakıldığında, elde ciddi bir birikimin olmadığını görmekteyiz…
Onun yerine, adeta birer nass gibi algılanan, kutsanan, keza dindenmiş gibi görünen, ama büyük oranda Kur’an’ın onaylamadığı, bunun yanında, başlangıcı salt kültürel çabalara dayanan bir uğraş sonucu ‘İslâmî’ olarak kabul gören bilgi kırıntılarından hareketle bir ayrışmanın yaşandığını söyleyebiliriz.
Bu ayrışma, en başta Müslümanların modernleşme sürecinin adeta ‘işte siz!’ dediği meyanda, geleneği, ne olursa olsun kutsama ve onu yaşatma çabası içerisinde bulunan ve adlarına gelenekçi denilen zümre ile, nass’a bağlı, onu da kendi bağlamından koparmadan, kendi anlam bütünlüğü içerisinde değerlendiren, ‘günümüze’ yönelik sözü olan zümre arasında vuku bulmaktaydı.
Tüm renkleriyle gelenekçi kesim içerisinde bulunan zevatın, İslamcı cenaha yönelik olarak, onları modernist türü Batıcı ve ‘batıl’ yaklaşımlar içerisinde görme düşüncesini de eklediğimizde, gelenekçi kesimin, ne kendi adlandırmalarıyla ‘modernistler’ üzerinden Batı’yı dünden bugüne gelmiş olduğu nokta açısından sağlıklı bir değerlendirme, ne de İslamcıları anlamak gibi bir dertlerinin olduğuna şahit oluyorduk.
Sözde o kesimin ‘uğrunda seve seve ölürüz’ düşüncesiyle, Osmanlıdan bakiye kalan devletin, üzerinde hükmettiği toprak parçası, on milyonlarca insanı, yani vatandaşını daha ileriye taşıma düşünce, eylem ve kararlığının sürdürme çabasının -onun laikliği kabul etmesini başka bir bağlamda değerlendirirsek- bir açıdan dini söylemin değişmesi ilkesine bağlı kalınarak yapılabildiğini söylediğimizde, bugünkü ortamın ne kadar sağlam ve şık durduğu varsayılabilirdi?
Dini söylemin bir değişime uğramaması olgusuna bakıldığında, kendini zamanın şartlarına hazır hale getirme çabası içerisinde olması gereken, devletin, işi kalkıp geçmişi kutsamayı kendine ilke edinmiş bulunan gelenekçi kesimin insafına, dünyayı anlama, algılama ve o çerçevede hareket etme anlayış, kavrayış ve kabiliyetine göre değerlendirdiğini varsaydığımızda, ne devletin, ne de toplumun, bırakın işin salt dinî boyutunu, işin maddi boyutunda dahi bir gerilemenin kaçınılmaz olacağı içten bile değildi.
Din alanını ilkesel olarak devletten alıp o dinin müntesiplerine verme hadisesi gerçekleştiğinde eğer, bu dar anlayış ve kavrayış sürecek olsaydı, devletin dine hükmetmek, onu kendi meşruiyetinin ‘güçlü, ama sıradan’ bir argümanı olarak görme eğilimine karşılık bir zıtlık söz konusu olurdu.
Hem din anlayışının nakilci, salt fetvacı, onu, gelenekten hareketle kendi gelenekçiliğinin hizmetine sunacak olan kesimin elinde birer oyuncak olarak kalması demekti.
Bu böyle olunca, tabiri caizse gerek piyasada bulunan ve kendini çeşitli yollarla İslam’a bağlı görenlerin, çevrelerin, grupların, kliklerin, ‘hakikati temsil ediyorum/ediyoruz’ vehminden hareketle, arada, boşlukta kalacağı düşünülen sıradan insanın, birçok konuda olduğu üzere dinî konularda da vatandaşlık bağına istinaden anayasal bir hak ve zorunluluk olarak, hizmeti devletten bekleme düşüncesi hasıl olacaktı.