Milli Gazete yazarı Muhammed MARUF ANALİZ ETTİ...
Son dönemde virüs meselesi üzerinden din–bilim karşıtlığı tartışmalarının alevlendiğine şahit oluyoruz. Din-bilim karşıtlığı tartışmaları büyük ölçüde Hristiyan Ortaçağ Avrupası temeline dayanmaktadır. Kilise yönetiminde baskı altında olan Avrupa’da, kilise kendi hâkimiyetini sorgulamaya açacak her türlü gelişmeye karşı sert bir direnç gösteriyordu. Galileo örneğinde olduğu gibi yeni şeyler ortaya koyan bilim adamları sert şekilde cezalandırılıyordu. O günün şartlarında Avrupalı aydınların, ilim adamlarının, haçlı seferleri, ticari seferler vasıtasıyla İslam coğrafyasından edindikleri bilimsel bilgiyi öğrenmek, geliştirmek ve yeni bilimsel bulgular elde edebilmek için kilise hâkimiyetine karşı durmak, statik ve baskıcı bir mahiyet gösteren dinle mesafelerini artırmaktan başka seçenekleri kalmamıştı. Bu durum Reform ve Rönesans hareketleri ile birlikte Avrupa’nın aydınlanma sürecini doğurdu. Bilim, ticaret, sanat vb. dinle olan bağlantılarını kopardı. Bu sürecin sonucu olarak Hristiyan Batı için din ve bilim karşıt ve çatışma içerisinde olan iki olgu olarak kaldı. Batı, ruhla bedeni ayırdığı gibi dini ve bilimsel bilgiyi birbirinden ayırdı ve aralarında bir karşıtlık fikri inşa etti.
İslam medeniyetinde ise durum çok farklıdır. İslam yayıldığı coğrafyalarda bilim, sanat, siyaset başta olmak üzere birçok alanda çok büyük gelişmelerin yaşanmasının itici gücü olmuştur. İslam’la şerefleninceye kadar insanlık tarihine anlamlı hiçbir katkıları olmayan toplumlardan ilim adamları, Yunan ve Mısır medeniyetlerine ait kaynaklardan edindikleri bilgileri kullanarak, çok büyük bilimsel buluş ve icatlara imza atmışlardır. Cabir bin Hayyan, Harizmi, Kindi, Battani, Farabi, Biruni, İbn-i Sina, İbn-i Heysem ve daha onlarcasını sayabileceğimiz Müslüman bilim adamları, matematik, tıp, fizik, coğrafya gibi çok sayıda alanda bugünkü bilimsel gelişmenin temelini attılar. İslam medeniyetinde bilimle ilgili gelişme seyrinin Batı’dan farklı olmasının üç temel nedeni vardır. Her şeyden önce İslam tevhit inancıdır ve bilim de dâhil hayata ve insana ilişkin her şeyi kuşatır. İslam ruh ve bedeni bir bütün kabul ettiği gibi dini ve beşeri bilimlere dayalı bilgiyi de bir bütün olarak kabul etmektedir. Batı’dakinin aksine dini ve beşeri ilimler ayırıcı bir yaklaşımla değil, sadece uzmanlık alanlarının belirlenmesi maksadıyla sınıflandırma mantığı ile ele alınmaktadır. Bu nedenledir ki İslam’ın ilk çağlarında yaşamış ve bilimler tarihinde iz bırakmış olan âlimler, hem beşeri bilimler hem de dini bilimlere derinlemesine vâkıf olmuşlardır. İkinci olarak; yukarıda ifade ettiğimiz özelliği nedeniyle müntesiplerini hayata, kâinata ve insana dair her konuda düşünmeye, akletmeye, bilgi sahibi olmaya teşvik eden bir din olan İslam, bilimsel gelişmenin önünde engel olmak bir yana, teşvik eden en önemli itici güç olmuştur. Müslüman bilim adamları ilmi faaliyetlerini aynı zamanda inançlarının gereği olarak görüyorlar ve bilimsel çalışmalarını ibadet anlayışı içerisinde yürütüyorlardı. Son neden ise kilise hâkimiyetindeki statik Hristiyanlık inancının aksine İslam’ın her daim dinamik ve yaşanılan çağa uygun bir çözüm üretebilecek nitelikte olmasıdır. Allah, hayatın tüm alanları için İslam’ın genel kaidelerini ve sınırlarını belirlemiş, ayrıntıların ise söz konusu sınırlar aşılmadan insanlar tarafından yaşadıkları çağa, çağın gerektirdiği ihtiyaçlarına göre şekillendirilmesine imkân vermiştir. Örneğin İslam’ın iktisadi esasları ve kaideleri bellidir. İslam, insanların saadeti için aşmamaları gereken iktisadi hudutları belirlemiştir. Ancak uygulamada söz konusu hudutlar aşılmadan, içtihatlar yoluyla kendi zamanlarının gereği olan iktisadi sistemleri oluşturmaları ve uygulamalarına imkân vermiştir. Bu nedenledir ki İslam, donuk ve statik değil, tüm zamanlara çözüm sunabilecek, bilimsel gelişmelere açık ve hatta teşvik edici bir dindir. Dolayısıyla İslam ve Müslümanlar için din–bilim karşıtlığı tartışması yersiz, gereksiz ve temelsizdir.
O halde Müslümanların bilim alanındaki belirleyici rolü neden İslam’ın ilk 7 yüzyılı ile sınırlı kalmış ve özellikle 15. yüzyıldan sonra Müslümanlar neden bilimsel gelişme ve ilerlemelerde pay sahibi olamamış sorusu akla gelebilir. Onu da başka bir yazının konusu yapalım inşallah…